13 Kasım 2008 Perşembe

KADIN OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Geçen hafta kadınlarımıza, annelerimize, hanımlarımıza yönelik başladığımız yazıma bu haftada devam edeceğim. Bu haftaki giriş bölümümüzü kadının tarihsel konumundan ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum. Nereden nereye geldiğimizi görmek adına faydalı olacaktır. Gerçi ne kadar yol kat ettiğimizi(!) görünce siz de şaşıracaksınız.

Bilimsel olarak bakıldığında, “Homo Sapiens” yani insan neslinin başlangıcının 30.000 yıl öncesine kadar uzandığı görülmektedir. Bu sürenin, ilk 20.000 yılında yeryüzü anaerkil topluluklar olarak yaşamlarını sürdürmüşler. Son 10.000 yılda durum değişmiş ve neredeyse tüm topluluklar ataerkil yani erkek egemen kültürler olarak yaşamlarını sürdürmüşler. Dinlerin oluşmaya başladığı dönemlerde de kadın hep ikinci planda yer almış. Özellikle bazı dinlerde, kadın yaratılırken, erkeğin kemiklerinden meydana geldiği kabul edilmektedir.

Evlilik kurumunun geçmişinin ise, 4.000 yıl öncesine dayandığı söylenmektedir. Doğu ve Batı kültürlerinde kadına bakış açısı birbirine göre zıttır. Doğuda, Arap kültürü gibi o dönemlerde etkili kültürlerde kadın hak ettiği yerde değilken, özellikle Roma kültüründe kadın hep etkin olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kadına önem verilmiştir. Hepimiz biliriz ki, tarihimizdeki önemli kadınlara baktığımızda devlet yönetiminde dahi etkin olduklarını görüyoruz. Kadınlarımıza en üst düzeyde değer verilen dönem ise, Ulu Önderimiz Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdir. Batı kültürlerinde bile verilmeyen birçok hak, bu dönemde kadınlarımıza tanınmış ve kadınlarımız hak ettikleri yere layığıyla yerleşmişlerdir. Hepsi de bulundukları yerin hakkını fazlasıyla vermişlerdir.

Ancak ne kadar üzücüdür ki, daha sonraki dönemlerde, kadınlarımız, yine ikinci planda yer almaya başlamışlardır. Toplumun her kademesinde, sanki gizli bir erkek anlaşması varmış gibi, kadınlarımız sürekli geri planda ve az sayıda yer almışlardır. Bunun sebeplerini düşündüğümde, bakın, hangi noktalara ulaşıyorum. Bunlardan ilki, dinimizin bazı kurallarının, halkımız tarafından yanlış anlaşılması sonucunda oluşan inançlardır. Bunda hem erkeklerimizin hem de kadınlarımızın payı mevcuttur. Ana nedeni, bence bilgisizliktir. Dinimizin kuralları tam olarak incelediğinde görülecektir ki, kadın önemlidir. Aile için, erkek için, çocuk için ve toplum için ana belirleyici noktalardandır. Ama ne yazık ki, dini kendi çıkarları için kullanmaya alışmış bazı zihinlerde bu tam anlamıyla şekil değişmiştir.

Bir başka neden, kadınlarımızın tutumlarında görülmektedir. Bu tutumu, 2 ana sınıfa ayırabiliriz. Birincisi; feminizm, eşitlik, özgürlük, düşünce ve davranış özgürlüğü gibi anlamlı ancak toplumumuzda tepki alacak şekilde radikal uygulamalara imza atan kadınlarımızın tutumudur. Bir erkek olarak; kadınlarımız ile birlikte eşit olduğumuzu, hatta bazı konularda gerçekten biz erkeklerden fazla artıları olduğunu savunan biriyim. Ayrıca; önemli olanın insan olmak olduğunu savunuyorum. İnsan olarak hepimizin birbirimizden farklıyız ve bunları yaşamımıza aktararak mutluluğumuzu ve başarımızı yönlendirme yeteneğine sahibiz. Ancak; bu düşüncelerin uç noktalarda savunulması, yapıcı ve bilinçlendirici olmaktan öteye, yıkıcı ve her iki tarafa da zarar verir haldedir. Oysa; bu önemli düşünceleri uygun platformlarda, uygun stratejilerle paylaşmak daha doğrudur, daha geliştirici ve birleştiricidir.

İkincisi ise; az önceki kadın tutumunun tersine, tamamen pasif, sessiz, ne düşündüğü belli olmadan sürdürülen bir yaşamın içindeki kadınlarımızın davranışlarıdır. Eşleri ne derlerse ve ne yaparlarsa yapsınlar, hallerinden memnun tavırları ve şükredici tutumları oldukça üzücüdür. Bırakınız, toplum içinde hak ettiği yere gelmeyi, iş yaşamında kariyer yapmayı, eşlerine hanımlık bile yaparken edilgen olmayı tercih etmektedirler.

Sivil toplum faaliyetlerimin arasında, geçen hafta yazdığım gibi, toplumun bazı grupları ile bir araya gelmeyi ve düşünce paylaşımında bulunmayı önemsiyorum. Çünkü bu gruplarda yer alan kadınlarımız örnek olacaklar ve diğer kadınlarımızın bilinçlenmelerini sağlayacaklardır.

KADIN OLMAK YADA OLAMAMAK

“ Gri renkli bir sevdadır kadın olmak,
Feryatlarla dağlanmış anları vardır hayatın,
Kadın olarak “merhaba” dediğiniz gün, kaderinize yazılan…
Ama yine de vazgeçilmeyen, Tadı damakta kalan…

Başkaları için kadın olmak;
Namuslu olmak için, güzel olmak için, şirin olmak için,
Temiz olmak için, iyi yemek yapmak için,
İyi anne olmak için, iyi eş olmak için…

Ama salt kadın olmak için kadın olamamak!...”

Evet!.. Bugün yazıma kadınlarımız için yazılan alıntı bir şiirle başlıyorum. Biliyorum; gazetemizin aboneleri erkek. Ama kadınlarımızı fark etmeyenler de erkek. O yüzden istiyorum ki, önce abonelerimiz okusunlar yazımı, ardından değerli eşleri. Bakalım, aynı yazıyı 2 ayrı bakış açısıyla nasıl değerlendiriyoruz.

Kısa zaman önce 2 değerli grubun üyelerinin eşleri ile birer paylaşım toplantısı gerçekleştirdik. DEGİAD’ın değerli üyelerinin sevgili eşleri ve Delikliçınar Rotary Kulübü’nün kıymetli üyelerinin sevgili eşleri ile kadın olmaktan, eş olmaktan, anne olmaktan ve kendin gibi olmaktan konuştuk. Çok anlamlı düşünceler ve duyguları paylaştık doğrusu. Ben bu tür organizasyonları çok önemsiyorum. Çünkü, sivil toplumumuzun öncüleri olan bu oluşumların, eğer isterlerse, her hareketi örnek teşkil eder ve toplumumuz diğer fertlerine ışık tutar. İşte bu yüzdendir ki, ne zaman fırsat bulsam, gerek erkek üyelerle gerekse eşleri ile bir araya geliyorum.

Bütün ekonomik göstergelerin olumsuzluğa dönüştüğü şu günlerde, küçük yada büyük işletmelerimizin sahiplerinin yaşadığı sıkıntılı ruh halinin sonuçlarını ne yazık ki, evlerinde eşleri ve çocukları göğüslemektedirler. Böyle olunca da, sevgili eşlerine daha fazla sabır, hoşgörü ve destek göstermek düşüyor. Biliyorum ki; en azından benim konuştuklarım, bu konuda ellerinden geleni yapıyorlar. Onlar da artık biliyorlar. “Önce iş, sonra aş”. Bir taraftan çocuklarının eğitimlerine ve gelişimlerine yön vermeye çalışırken, bir taraftan da eşlerinin üstündeki yükü paylaşmaya çalışıyorlar.

Ancak, sadece bu hanımlarımızın değil, tüm kadınlarımızın durumu pek de istenilen, beklenilen noktada değil. Eşle, çocukla, hatta ailenin büyükleriyle uğraşmaktan, kendilerine zaman ayırmalarının ve farklı faydalı etkinlerde yer almalarının pek mümkün olamadığını dile getiriyorlar. Bütün bunları yapmaktan şikayetçi değiller ancak eşlerinin de kendilerine hak ettikleri ilgi ve saygıyı vermelerini istiyorlar.

Yaptığımız paylaşım toplantılarında, konuşulan konuları haftaya aktarmaya devam edeceğim. Kadın olmak üzerine geçmişten bugüne tarihi gelişmeleri, sosyal ortamda kadınlarımızın yaşadığı sıkıntılardan örnekler paylaşacağız.

“Cennet, analarımızın ayakları altındadır. Ya eşlerimizin? Kadınlarımızın?”

KÖTÜ ALIŞKANLIKLARDAN KURTULMANIN YOLLARI

Alışkanlıkları kazanırken hiç zorlanmayız. Çünkü, alışkanlıklar yapmaktan hoşlandığımız, keyif aldığımız davranışlardır. Oysa ki, kolayca kazandığımız bu kötü alışkanlıklarımızdan vazgeçmek oldukça zordur. Eğer istediğiniz gibi biri olmak istiyorsanız, bu sürecin kontrolünün tamamen sizde olduğunu unutmayın.

Her yeni yılın başında, kilo vermek, İngilizce öğrenmek, daha çok kitap okumak gibi değişik konularda kendinize söz verirsiniz. Yada sigarayı bırakacağınıza, ailenize daha çok zaman ayıracağınıza.. Ne tür kötü alışkanlıklarınız olursa olsun, ister aşırı yemek yeme, ister sigarayı bırakma, ister bazı şeyleri sürekli erteleme gibi, bunlardan kurtulabilir, kendi mutluluğunuzu, sağlığınızı yada başarınızı engellemeden vazgeçebilirsiniz. Bu işin anahtarı; kötü alışkanlıkların nedenlerini saptamaktan geçer. “Neden?” sorusunun yanıtını bulduğunuzda birçok şeyi halletmiş olursunuz. Neden geç kalıyorum?, neden sigara içiyorum?, neden bu kadar çok çalışıyorum? gibi.

Kötü alışkanlıklarınızın nedenlerini belirledikten sonra, onlardan kurtulmak ve yeni bir başlangıç yapmak için belli adımlar atabilirsiniz.

1) Düşünce biçiminizi değiştirin.. Eğer durumunuzu değiştiremiyorsanız, düşünce yapınızı değiştirin. Örneğin; değişik nedenlerle işe geç kaldığınızı varsayalım. O yüzden de hep işe geç kalıyorsunuz. Bu aşamada kendinize sürekli “Hep geç kalıyorum.” demek yerine, “Zamanında geliyorum, dakik davranıyorum.” Deyin. İlk başta bu düşünce saçma gelse de zamanla bu düşünce yapınız üzerinize yapışacaktır.

2) Sevdiğiniz konulara odaklanın.. Yaşamınızın herhangi bir yönünden hoşlanmıyorsanız, o konuya odaklanmaktan vazgeçin ve başka bir size keyif verecek, motive edecek bir konuya yönlendirin kendinizi. Mesela işyerinde bir arkadaşınız sinirinize mi dokunuyor? Peki o işyerinde başka neleri seviyorsunuz? Müşterilerinizi mi?, Patronunuzu mu? Alacağınız ücreti mi yoksa? Konunun olumlu yönlerini düşünün.

3) Kendinizi yeni bir gözle görün.. Her gün 10 dakika, kendinizi kötü alışkanlardan kurtardığınızı düşleyin. İşe geç kalıyorsanız, kendinizi işe zamanında gitmiş olduğunuzu düşleyin. Zihninizde işinizi severek yaptığınızı düşünün.

4) Günlük tutun.. Vazgeçemediğiniz bir kötü alışkanlığınız yüzünden kendinize ve çevrenize zarar veriyorsanız, bir günlük tutun ve bu ısrarlı davranışlarınızın nedenlerini sorgulayın. Yine iş geç kalmadan bahsedelim. Eğer işe geç kalıyorsanız, o gün günlüğünüze neden işe geç kaldığınızı yazın. Ve sorgulayın, çözün. Belli bir alışkanlığı sergilemenize neyin yol açtığını ve sonrasında kendinizi nasıl hissettiğinizi yazarak üzerinde düşünün.

5) Kendinize zaman tanıyın.. Yeni bir alışkanlığı günlük yaşamınızın bir parçası haline getirmenin 30 gün sürdüğünü hatırlatın kendinize. Zaman zaman hata yaptığınızı, bu yüzden irtifa kaybettiğiniz dönemler olacaktır. Böyle durumlarda kendinize acımayın. Kendinizle gurur duyun. Bugüne kadar yaptığınız iyi şeyleri düşünerek, kendinizi olumlu yönde güdüleyin. Sadece neden yükseklik kaybettiğinizi düşünün, önlemlerinizi alın ve yolunuza devam edin. Tabii ki, 30 günlük sürenin sonunda durmayın. İyi davranışlarda bulunmaya devam edin.

Zihninizde kendinizi yeniden yaratmakta olduğunuzu ve bunu sürekli, uzun soluklu bir çaba gerektirdiğini bilin. Bugün başlayın…

İŞİNİN EHLİ OLMAK

Eskiden ahilik sisteminin geçerli olduğu dönemlerde, usta makamına gelmek için uzun yıllar çaba harcamak gerekirdi. Önce çıraklık, sonra kalfalık geçerliydi. Ustanın gözetiminde verilen bu eğitim, yine ustanın vereceği kararla bir üst makama taşınırdı. Ustaya saygı, neredeyse anne babaya gösterilen saygıdan daha fazlaydı. Zanaat diye tarif edilen, el becerisi ve farklı yeteneklere ihtiyaç duyulan mesleklerde, ustalaşmak için neredeyse, bir ömrün geçmesi gerekirdi. Babadan oğula geçen bazı meslekler de durum pek farklı değildi.

Günümüzde de hala usta-kalfa-çırak sistematiği hala mevcut tabii. Son dönemlerde, bu durum değişmeye başladı ne yazık ki!.. Artık ustalarımıza gereken saygıyı göstermiyoruz. Her şeyi kendimiz yapabileceğimizi düşünüyor, kendi göbeğimizi kendimiz kesebileceğimizi zannediyoruz. Özellikle son zamanlarda çoğu kimse kendi işini yapmıyor yada yapamıyor. “Yapamıyor” olması, biraz da ekonomik gelişmeler ve zorunluluklarla ilgili sanırım. Ama “yapmıyor” olması üzerinde biraz duralım istiyorum.

Dönem, kolay para kazanma dönemi. En yaşlısından, en gencine kadar herkes, uğraşmadan, az emek harcayarak nasıl para kazanacağının derdini taşıyor. Çocuklarımızı yetiştirirken bile, “Aman oğlum, aman kızım çok kazansın” düşüncesiyle yanlış davranışlar sergiliyoruz. Anne babalar; erkek çocuklar için futbol, kız çocuklar için model, dizi oyunculuğu gibi farklı, kolay para kazanma yollarını tercih ediyorlar. Aslında zannediyorlar. Çünkü kolay para diye bir şey yok. Yaşamda her şeyin bir bedeli var. Mutlaka her ektiğinizi, bir şekilde biçiyorsunuz. O yüzden, çocukları henüz küçük olan anne babalara önerim, çocuklarınızın yeteneklerine uygun meslekleri yada yaparken mutlu olacakları meslekleri seçmeleri konusunda desteklemeleridir. İnanın bana, o zaman ya kazandıkları paranın önemi kalmayacak yada düşündükleri kadar para kazanıyor olacaklar.

Ya üniversite mezunları!... Onlar da okullarını bitirip, mesleklerini yapmak için bıkmadan, usanmadan doğru işi arıyorlar. Ama bulamadıkları gibi, birçoğu da işsiz kalıyorlar. Onlar da bazen manavda, bazen markette çalışıp ekmeklerini kazanmaya çalışıyorlar. Buldukları ilk işten itibaren çok kısa sürede, çok para kazanmayı, hemen terfi etmeyi planlıyorlar.

Yine üniversite mezunu olan ancak kariyerlerinde belli noktalara gelmiş insanlara baktığınızda da durum pek farklı değil. Mühendis olup da öğretmenlik yapan, öğretmen olup da danışmanlık yapmaya çalışan, doktor olup da tekstilcilik yapan nice insan tanıyorum. Yaşamı bir ucundan tutup, kendilerince uzmanlık alanları belirleyerek, iş yaşamında ekmeğini kazananlar hiçbir engelle karşılaşmadan mücadelelerine devam ediyorlar. Bu yaşam kavgası içerisinde normal olarak görülebilir. Ancak, ilk başta anlattığım “usta olmak”, otorite olmak, en iyisi olmak yönünden baktığınızda, sıkıntılı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Son yıllarda, popüler olan bazı meslekler var ki, her kendini uzman gören hemen bu işleri yapmaya çalışıyor (NLP Uzmanı, Kişisel Gelişim Uzmanı, Öğrenci Koçu). Bu işleri yapanlar; yani, sosyal çevresi geniş, konuşması güzel, girişimci ruhu ile hareket eden bu bireylerin, bilmeleri gereken bir şey de var ki, o da, “Uzman” yada “usta” olmanın bu kadar kolay olmayacağıdır.

Son olarak; diploması olup da, mesleğinde bir noktaya ulaşmış, ancak hırsları sebebiyle, sağa sola çatan bazı ne oldum delisi dostlarımızla ilgili birkaç söylemek istiyorum. Bilmeliler ki, kariyerlerinde bir noktaya ulaşmak, o nokta da kalmaktan daha kolaydır. Atalarımızın dediği gibi;

“Ne oldum değil, ne olacağım demeli!.”

GENÇLİĞİN GEÇİRDİĞİ SÜREÇLER

Öfke, gerçekten, bulaşıcı bir duygu ve gözlem yoluyla örnek alınan ve insan yaşamına küçük yaşlardan itibaren dahil olan bir duygu. Özellikle ergenlik döneminin en büyük baş belası olarak görülebilir. Gençler taşımak zorunda oldukları rolleri tam olarak oynamakta sıkıntı çekmektedirler. Bunun başlıca nedeni, geçmiş zamanla şimdiki zaman arasında yaşanan değişimdir. Bizim ergenlik dönemlerimiz ile şimdiki dönemin ergenlik çağındaki gençleri arasında neredeyse uçurumlar var. Oysa, insanın gelişim süreci dikkate alındığında böyle bir şeyin olması beklenmemeli. Ancak, değişen sosyokültürel şartlar, gelişim süreçlerini de etkilemektedir.

Aslında aynı duygular yaşıyoruz gençlikte. Başımızda kavak yelleri, bir kimlik arayışı içerisinde, bir yerlere ait olma ihtiyacı, arkadaşlık, dostluk, aşk, heyecanlar aynı tutkular. Ancak, bizler o zamanlar daha mütevazi, daha saygılı, daha dikkatli, daha kontrollü ve daha düşünceli olmaya çalışırdık. Şimdiki gençler ise, daha bencil, daha hırslı, daha yırtıcı, daha çok beklentiye açık, daha sabırsız davranmaktalar.

Bunun kaynağını nedir diye sorguladığımızda, ailenin yetiş(tir)me yaklaşımlarının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Eskiden, büyüklerimiz, başkalarıyla iletişim kurduğumuzda saygılı, dürüst, kibar ve paylaşan taraf olmamızı isterlerdi. Başkalarının düşünceleri çok önemliydi ve biz bulunduğumuz ortalarda ailelerimizi temsil ederdik. O yüzden, tüm davranışlarımıza özellikle dikkat ederdik. Doğru insanlarla karşılaşır ve doğru tutum ve davranışlar sergilerdik çoğunlukla.

Oysa günümüzde, aileler çocuklarını yetiştirirken, daha güçlü olmaları için her türlü yaklaşımı neredeyse mubah sanıyorlar. Yeter ki, çocukları zarar görmesinler, ezilen-kaybeden taraf olmasınlar. Bu yüzden de agresif yaklaşımlarına göz yumuyorlar. Her türlü imkanı çocukları için seferber ediyorlar, sürekli veriyorlar. İstiyorlar ki, kendilerinin bulamadıkları şansları, koşulları çocukları yakalayabilsin. Sürekli alan, sorgulamadan yaşayan bu gençler, ilerleyen dönemlerde, karşılarına çıkan zorluklar karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hedefleri belli olmayan, sadece iyi yaşam koşulları için mücadele vermeleri gerektiği düşüncesiyle, hırslı ve öfkeli bir yapıya bürünüyorlar. Bumerang misali, istedikleri olmayınca, istediklerini alamayınca ilk önce ailelerine dönüyorlar ve kırıcı oluyorlar.

Ardından içinde yer aldıkları sosyal ortamda da problemler yaşıyorlar. Bencil, kırıcı, sürekli talep eden tavırları nedeniyle yanlış ilişkiler, hatalı iletişimlerde bulunuyorlar. Zararlı gruplara ve arkadaşlıklar kuruyorlar. Bunları söylerken üzülmemek mümkün değil. Son dönemlerde, psikologa giden o kadar çocuk ve ailesi var ki! Her genç üzerlerindeki yükü taşımakta zorlanıyorlar. Hatta bazıları intihara bile teşebbüs ediyor. Çok acıdır.

Üzülerek söylemek isterim ki; bunun 2 nedeni var; 1) Değişen sosyal şartlar nedeniyle çocuklarımızın sarf etmesi gereken çabanın artması, 2) Ailelerin çocuklarını yetiştirirken uyguladıkları yanlış yöntemler. Unutmamak gerekir ki; “Ağaç yaşken eğilir.”. Küçüktür, bilemez, yapamaz, ben halledivereyim düşüncesi bu sonuçları doğurmaktadır.