24 Nisan 2009 Cuma

YÖNETİM SANATINA BAKIŞ

“Sanatların en eskisi, bilimlerin en yenisi olarak” nitelenen yönetim bilimi ile ilgili kavramlar ve terminoloji her bilim dalına göre değişmekte ve değişik bilim dallarında çalışan bilim adamları aynı kelimelere değişik anlamlar yüklemek sureti ile farklı tanımlar ortaya koyabilmektedir.
Yönetim kavramı ile ilgili olanlar kendi ihtiyaç ve amaçlarına göre tanım geliştirmek durumunda kalabilmektedirler. Farklı bili dallarının farklı yaklaşımlarına ek olarak kavramın tanımı içinde yaşanılan kültür özellikleri, (doğu kültürü, batı kültürü vb.) sosyal yapı (işçi toplumu, burjuva vb...) yaşam felsefesi veya hayat görüşü (din, ideoloji vb.) kavrama değişik anlamlar veya fonksiyonlar yüklemektedir.
Eski bir yönetim bilimcisi olan Mary Parker FOLLET, yönetimi “insanlar vasıtasıyla iş yapma sanatı” olarak tanımlamıştır. Bu tanım yukarıda bahsedilen karışıklık ve çeşitlilik içinde, yönetim kavramının tanımı üzerinde az çok görüş birliğine varılan tanımıdır. Böylece yönetimin ancak birden fazla kişinin varlığı ile ortaya çıkan ve bu yönü ile ekonomik faaliyetten ayrılan bir grup faaliyeti (sosyal faaliyet) olduğu genel kabul görmüş bulunmaktadır.
Ünlü yönetim kuramcısı Peter DRUCKER ise yöneticilerin “örgütlerine yön verdiklerini, önderlik ettiklerini ve amaçları başarmak için organizasyon kaynaklarının nasıl kullanılacağına karar verdiklerini” ifade etmektedir. Bütün bu bilgilerin ışığında yönetimi aşağıdaki gibi tanımlamak uygun olacaktır.
“Yönetim, organizasyon kaynaklarının etkin ve yeterli biçimde planlanması, örgütlenmesi, yöneltilmesi ve denetlenmesi yoluyla organizasyon amaçlarına erişilmesidir.” Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli husus işletmeler açısından yönetim faaliyetinin organizasyon kaynaklarının tümünü kapsaması sadece insan kaynağı sınırlandırılmamış olmasıdır. Yöneticiler işletmelerinde bulunan insanlarla beraber tüm üretim unsurlarının da amaçlar doğrultusunda etkin kullanılmasından sorumludur.
Bu unsurları en basit şekli ile üretim unsurları olarak ele alırsak; yöneticiler işletme amaçları için zaman, hammadde, sermaye, yer, makine, enerji ve insan unsurlarının etkin ve doğru kullanımını sağlamak sorumluluğunu üstlenirler.

YÖNETİCİ KİME DENİR?

Yöneticiyi “yönetim faaliyetinin faili” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Ya da Mary Parker FOLLET’in tanımından yola çıkarsak yöneticiyi “başkaları aracılığı ile iş gören kişi” olarak da tanımlayabiliriz.
İşletme sahibi ile işletme sahibi adına işletmeyi yöneten yöneticileri ayırmak amacı ile günümüzde “Profesyonel Yönetici” kavramı kullanılmaktadır.
Profesyonel yönetici için “kâr ve riski başkalarının olmak üzere mal veya hizmet üretmek için üretim ögelerinin alımını yapan veya yaptıran, bunları belli ihtiyaçları doyurmak amacına yönelten, işletmeyi girişimci adına çalıştırma sorumluluğu olan kimsedir. ” tanımı konuyla ilgili bilim adamlarının üzerinde genel olarak birleştiği bir tanımdır.

ZAMANI ETKİN KULLANMA TESTİ

Zamanı daha iyi yönetmek için plan yapmadan önce, hangi alanlara daha çok zaman ayırmak gerektiğini bilinmelidir. En önemli alanı başa alıp ona göre çalışmalar yapmak, daha rahat bir uygulama planı hazırlamamıza olanak sağlar.

Aşağıdaki soruları, “Evet” yada “Hayır” şeklinde cevaplayınız.

Öncelikleriniz
Asli görevinizin ana unsurlarını bildiğinizden emin misiniz?
Hayatınızın hangi alanına ne kadar zaman ayırdığınız biliyor musunuz?
Bu yıl içinde, önümüzdeki 3 yıl içerisinde ne yapmak istediğinizi biliyor musunuz?
Hangi görevin daha önemli olduğunu rahatlıkla belirleyebiliyor musunuz?
Rutin işlere gerektiğinden fazla zaman ayırıyor musunuz?
Önemli konularla ilgili planlamaya yeterli zaman ayırabiliyor musunuz?

Aşırı Çalışma
İşin zamanında yapılmasına yönelik stres ve endişe yaşıyor musunuz?
Gerçekten yapılacak çok işiniz olup olmadığını biliyor musunuz?
Çok meşgulken bile ekstra işlere “evet” diyor musunuz?
İş uğruna sosyal faaliyetlerden vazgeçiyor musunuz?

Görevlendirme
İşleri başkalarına vermektense kendiniz mi yapıyorsunuz?
Belli işleri başkalarına devretmeyi önemli görüyor musunuz?
İşin nasıl verilmesi gerektiğini planlıyor musunuz?
Verdiğiniz işler yapanlara destek olma konusunda yeterince istekli misiniz?

Planlama
Ekstra bir iş yapmak için, gerçekten zamanınızın olup olmadığını biliyor musunuz?
Eve iş götürüyor yada işi bitirmek için geç saatlere kadar çalışıyor musunuz?
Bir gün içinde yapmak zorunda olduğunuz işlerin hepsini bitiremeyeceğinizi düşünüyor musunuz?
Randevularınıza sık sık geç kalıyor musunuz?

Teknikler
İşlerinizi sık sık yarına bırakıyor musunuz?
Bir sohbeti bitirmeyi zor bulduğunuz anlar oluyor mu?
Telefon konuşmalarının ya da kişilerin sizi işinizden alıkoymasına izin veriyor musunuz?
Toplantıların zaman kaybı olduğunu düşünüyor musunuz?
Uğraşmanız gereken çok sayıda okunacak belge var mı?


1, 2, 3, 4, 6, 8, 12, 13, 14 ve 15. sorulara “evet” diye yanıtlamışsanız; 5, 7, 9, 10, 11, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22 ve 23. soruları ise, “hayır” diye yanıtladıysanız, zamanı etkin kullanma becerisine sahipsiniz demektir.

ZAMANI NEDEN YÖNETEMİYORUZ?

Dedik ki; zamanı yönetemezsiniz, zaman içerisinde kendinizi yönetebilirsiniz. Bunu yapabilmek için de farkında olmalı ve planlı bakmalısınız demiştik. Bu sefer, biz bunu ne kadar da uygulamaya çalışsak, zaman içerisinde kendimizi yönetemememizin yada hadi genel anlamda zamanı yönetemememizin bazı nedenleri üzerinde duracağız.

Kaybolan şeyleri aramak: Kaybolan şeyleri aramak, hepimizin hayatından çok ciddi zamanı çalar. Bunun çözümü, organize olmak, planlı olmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken şey, işinize yaramayan şeyleri ayıklayarak başka bir yere kaldırmak, kullanacağız şeyleri ise sınıflandırmaktır.

İşlerdeki kesintiler: Yapılan işin kesintiye uğraması, hem o işin tekrar gözden geçirilmesini hem de işe yeniden odaklanmayı gerektirir. Bu da, enerji ve zaman kaybına neden olur. Kesintileri en aza indirmek için bazı yöntemler kullanabiliriz.

Zaman dilimleri yani bloklar halinde çalışmak,
Ortamı, dikkat dağıtıcı hususlardan etkilenmeyecek hale getirmek,
İşe sabah erkenden başlamak.

İşlerin hepsinin yükünü üstlenmek: Verimi arttırabilmek için sahip olduğumuz önemli kaynaklardan biri, iş başkalarıyla paylaşmaktır. Bu gerçeğe rağmen birçok kişi, tüm iş yükünü tek başına taşımaya çalışır. Çözüm; işi dağıtmak, yetki vermek ve yardım istemektir.

Beklenmedik gecikmeler veya fırsatları değerlendirmemek: Beklenmedik gecikmeler çoğu zaman elimizi bağlar. Sadece beklemek zorunda kalmaz, bu bekleme daha önceden tahmin edilmediği için, o süreyi dolduracak bir iş de yapamayız. Çözüm, plan yapmaktır.

Pişmanlık duymak: Pişmanlık duyarak geçirdiğimiz her an, verimlilikten çalınmış demektir. Hatalarımızdan ders almalı, ancak bunların üzerinde çok durarak asıl hedeflerimizden sapmamalıyız.

İşi sürüncemede bırakmak: İşleri vaktinde yapmayıp ertelemek, aman kaybına neden olur. Bu alışkanlıkla başa çıkabilmek için; yapılacak işin gerçekten yapılması gerekip gerekmediğini belirlemek, gerektiğinde işi başkalarına devretmek, kendini harekete geçirme yollarını keşfetmek ve disipline etmek gerekir.

Sorunu kavrayamamak: Sorunun ne olduğunu anlamdan onu çözmeye çalışmak zaman kaybıdır. Önce, sorunla ilgili yeterli bilgi edinmeye ve olayı iyice anlamaya çalışmak, boşa gidecek çabaları önler.

Öncelikleri bilmemek ve sıralayamamak: Herhangi bir insanın edinebileceği en ciddi zaman yönetimi becerilerinden biri, öncelikle bilmek ve bunları sıralayabilmektir. Bazı insanlar, işlerini sıralarken öncelikleri doğru belirleyemezler. Veya zevkli görünen işleri yaparlar, diğerlerini görmezden gelirler. Başarılı insanlar, zamanlarını böyle bir yaklaşımla yönetemezler. Zamanı yönetmek için, bir öncelikler stratejisi belirlemek gerekir.

ÇALIŞANLAR İÇİN ZAMAN YÖNETİMİ

Her sabah hesabınıza 86.400 altın yatırılan bir bankanın olduğunu düşünün. Gün boyunca, bu hazineden istediğiniz kadar harcamakta ya da harcamamakta serbestsiniz. Ancak, o gün payınıza ayrılan altından harcamayı başaramadığınız kısım, ertesi güne aktaramıyorsunuz. Yani bir gün önceki günün altının tamamını harcamış veya harcamamış olsanız da, ertesi gün banka hesabınızda yine 86.400 altın olduğunu görüyorsunuz.

Farkında olsak da olmasak da, bu durum hayatımızın her günü için geçerlidir. Bize her gün istediğimiz gibi harcayabileceğimiz 86.400 saniye verilmektedir. Ve bu saniyeleri doğru kullanmayı başaramazsak, onları sonsuza dek kaybetmekteyiz.

Bütün başarılı insanlar, zamanın kıymetini çok iyi bilirler. Edison’a sormuşlar:”Dünyadaki en önemli şey nedir?”. Yanıt vermiş: “Zaman”. Peki ama nedir bu zaman? Günün 24 saati, haftanı 7 günü, ayın 30 günü, yılın 365 gün olması mıdır? Yoksa bir gün için biçilen mesai saati midir? Bir yıl için tespit edilen aktif iş günü müdür? Ya da bütün bu belirlemelerin birey için ne taşıdığı anlam mı?

İşlerin zamanın da başlaması, bitmesi, işe zamanında gelme ve gitme, söz verme, insan ve diğer varlıkların gelişimi hep zamanla değerlendirilir. Zaman başka bir şeyle değiştirilemez, tasarruf edilemez, ödünç alınamaz, satın alınamaz, çoğaltılamaz, durdurulamaz, saklanamaz ve geriye dönük işletilemez. Modern toplumlarda günlük yaşamın akışı, yapılan işleme göre belli zaman dilimlerine ayrılmıştır. Mesai saatleri, dinlenme, eğlence, spor gibi. İçinde yaşadığımız çağın temposu insanları zamanlarını planlamak durumunda bırakmıştır. Aslında insanlar zamanı yönetemezler. Akreple yelkovanın hareketleri kontrolümüz dışındadır. Mesele zamanı yönetmek değil, zaman içerisinde kendimizi yönetmektir.

Zaman yönetimi bu bağlamda, “neyi, niçin ve ne zaman yapmak gerektiğini” bilmek ve günlük hayatın akışını bu ilkeye göre planlamaktır. Zamanı planlamak, zaman içerisinde kendi yapacaklarımızı planlamaktır.

Genelde insanların bu kadar çok zaman kaybetmelerinin nedeni, zamanlarını doğru planlamamalarıdır. Bizde bir şey vardır. Bir yere, birisini ziyarete gitmek istersiniz. Aklınıza gelirse ki, gelmeli; telefon açarsınız ve dersiniz ki, “Sizi(seni) ziyaret etmek istiyorum. İşte şu şu konularda konuşmamız gerek. Ne zaman geleyim?”. Karşınızdaki cevap verir: “Öğleden sonra buradayım. İstediğin(iz) zaman gelin.”. Burada bir sorun vardır. Bütün öğleden sonra bir insan nasıl uygun olabilir? Zaman bu kadar mı kıymetsizdir? Ya da gelecek kişi? Çünkü eğer zaman verilmeden yapılacaksa bir görüşme, mutlaka başka bir şeyler kayacaktır. Ya siz beklersiniz yada sizden sonrakiler. Gerçi sizden öncekiler de bu sonucu yaşamıştır zaten.

Zaman, iki heceli sır...
Zaman, kah dakika, kah asır...
Zaman, başta ağaran saç...
Zaman, doymaz; zaman, aç!

İŞİNİZİ KORUMANIN YOLU

Ekonomik durgunluğun hüküm sürdüğü günümüzde göze çarpmak, dikkat çekmek için ne yapmak gerekir? İşiniz tehlikede olabilir mi? Bugün herkesin işi tehlikede. Herkes gözden çıkarılabilir. Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Eskiden daha çoktu ama şimdi de var olan bazı kişiler, burnu havada bir şekilde kendinin de vazgeçilebilir olduğu gerçeğini görmezlikten gelmektedir. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen konumunuzu koruma hatta belki de terfi etme şansınızı arttırabilirsiniz.

Eğer akıllı, hızlı ve çevik olursanız-Afrika’daki ceylan gibi- kendi koşullarını iyileştirebilir, hayatta daha uzun kalabilirsiniz. Bunun için aşağıdaki beş aşamalı eylem planını deneyin:

Yönetime, kendi sorumluluk alanınızla ilgili olarak bir dizi maliyet düşürme önlemi önerin. Yaratıcılığınızı kullanın ve maliyetlerin düşürülmesi konusunda insiyatifi ele alın. Şirketin ihtiyaçlarıyla ekonomik durgunluğun getirdiği kısıtlamalar arasında yine de bir denge oluşturabileceğinizi yönetime gösterin.
Şirketin maliyet düşürmeyle ilgili çalışma gruplarına katılmaya gönüllü olun. Bu gruplar arasında erişebileceğiniz en iyisini hedefleyin; işletmenin tümünü kapsayan çalışma gruplarını da hedefleriniz arasına alın. Birçok kişi bu işi tatsız bulduğundan bu gruplara katılmayı istemez. Bu konuda kaygılanmayın. Bu tür çalışma gruplarında yer alan kişilerin işten çıkarılanlar arasında yer aldığı ender görülür.
Bu tür maliyet düşürme çalışmalarında, en az önemli olan ve şirketin gelir yada karına zarar vermeyecek alanlara odaklanın. Ekonomik durgunluk dönemlerinde egzotik mekanlarda yapılan toplantılar; gereksiz eleman alımları, ekipman alımları yada gayrimenkul işlemleri bekleyebilir. Sağduyulu davranın. Öncelikle bu tür konulardaki harcamaları kısmadan, özveride bulunmadan insanları işlerinden edecek girişimlerde bulunmanız çok yanlış olur.
Gelir yaratacak, maliyeti düşük yeni girişimler önerin. Ekonomik durgunluktan etkilenen bir şirketin durumu, uçağı havada iken onarmaya benzer. Uçak, onarım gerektirmesine karşılık bir yandan da uçmaya devam etmek zorundadır. Bir şirket bu gibi koşullara dayanır ve ayakta kalabilirse yalnızca paydaşları tarafından ödüllendirilmekle kalmaz; genellikle krizden güçlenerek çıkar. Eğer bu sürecin bir parçası olmak isterseniz hızlı ve karlı bir şekilde satabileceğiniz ürünler ve yeni dağıtım sistemleri araştırın. Yeni satış alanları açın. Para kazanın. Yeni gelir kaynakları yaratabilen birini kimse işten çıkarmaz.
Yeni karlar önerin ve elde edin. Fiyatlama değişiklikleri, ürün değişiklikleri, maliyet değişiklikleri yapın; hangisini yapacağınıza siz karar verin. Ama bu değişiklileri, ürün ve hizmetten ödün verilmeksizin hızla yapın. Bir yandan satış yaratırken bir yandan da kar elde edebileceğinizi kanıtlayın.

Zor dönemlerden geçerken “Ben şimdi ne yapacağım?” diye sızlanabilirsiniz. Oysa liderler, zor koşullardan çıkar. Lider doğulmaz, lider olunur. Ekonomik durgunluk dönemi size zincirleriniz kırma ve neler yapabileceğinizi gösterme fırsatı sağlar. Eğer, “Sürüyle birlikte koşmak istiyorsanız, kurt gibi ulumalısınız.”

İNSAN KARŞISINDAKİNDEN NELER BEKLER?

İnsanlar arasında sağlıklı ilişkilerin kurulması için atalarımızdan aldığımız reçete, “karşılıklı saygı ve sevgi”dir. Saygı küçüklerden büyüklere yönelik davranışlar bütünü, sevgi de bunun karşılığında büyüklerden küçüklere yansıyan duygudur.

Sevgi ve saygıyı soyut bir kavram olmaktan çıkarıp, hayata geçirmek ve kişilerarası ilişkilerin sağlıklı bir biçimde yürümesini sağlamak ancak somut adımlar atmakla mümkündür. Böylece hem yaşlı-genç, üst-ast, anne-baba-çocuk, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde hem de eşit ilişki içerisinde olmaları beklenen eşler, arkadaşlar ve aynı sosyal çevreyi paylaşan insanlar arasındaki ilişkilerde saygı ve sevginin oluşması mümkün olabilir. İnsanlar karşısındakilerden neler beklediğinin saygı ve sevgiyi aşınmış bir kavram olmaktan çıkarır ve çevremizdeki insanlarla kurduğumuz ilişkileri daha sıcak ve anlamlı kılar. Unutmayalım ki; insanların bizden beklediği, gerçekte bizim diğer insanlardan beklediklerimizdir.

Sağlıklı bir iletişim kurmak için gerekli bazı koşulları şöyle sıralayabiliriz:

İyi bir dinleyici olmak

İnsanlar söylediklerinin önemli ve değerli olduklarını düşünürler. Kişiye verdiğimiz değerin göstergesi, onu dinlemek için ayırdığımız süre ve dinleme şeklimizdir. “Ben zaten biliyorum” diye düşünerek sözü kesmek, hem ona hem de düşüncelerine saygı duymadığımızı gösterir. Karşımızdaki insanların ne söyleyeceğini bilsek de yine de dinlemeliyiz. Hele ardından, anladığımızı gösteren genel bir tekrar yaparsak, karşımızdaki kişi anlaşıldığını düşünmesine ve rahatlamasına neden oluruz.

Karşımızdaki utandırmamak

İnsanlar utandırılmaktan nefret ederler. Bu sebeple de olaya yol açan kendi durumlarını düşünmek yerine, nefretlerini, kendilerini utandıran kişiye yöneltirler. Hatası ne olursa olsun, başkalarının yanında utandırdığımız kişiyle aranızdaki köprüler kopar. Bu kişi kin besler. Aile bireylerinin hatalarını başkalarının yanında konuşmak, söylediklerimize direnç gösterilmesine ve duygusal olarak bizden uzaklaşmasına neden olur.

Karşımızdaki kişinin yansıttığı kişiliği kabul etmek

İyi bir ilişki kurmanın atın formülü, karşımızdaki kişinin yansıttığı kişiliği kabul etmektir. Bu kişinin hatalı yönleri olabilir. Ancak insanlar kendilerini kabul eden kimselerin eleştirilerini dinler ve onlara önem verirler. Eğer karşımızdaki insana yönelik eleştirilerimiz varsa bunları kabul ettirmelerinin ve hataları düzeltmenin tek yolu, o kişinin olumlu özelliklerini fark etmemiz ve bu özellikleri vurgulayarak ona yaklaşmamızdır.

ÇAĞIMIZIN MODA HASTALIĞI: STRES (III)

Birçok dergide, gazete ve kitapta rastlanan ve uzmanlar tarafından verilen önerileri okumuşsunuzdur. Okuruz ancak pek uygulama konusunda çaba göstermeyiz. Ben de bu haftaki yazımda bu tarz bir öneri listesi oluşturdum, sizlerle paylaşacağım. İstemek, başlamanın yarısı, başlamak da tamamlamanın yarısıdır. O yüzden aynayı kendine tutmalı, neyi ne kadar istediğimizi ve bununla ilgili neler yapabileceğimizi düşünmeli ve harekete geçmeliyiz. Hadi bakalım!...

*Kendinizi ve sözde stres yaratan belirli kaynakları tanıyın.
*Kişiler arası ilişkileriniz iyi olsun.
*Dengeli beslenin.
*Bugünün işini yarına bırakmayın.
*“Her işi yaparım” yada “Hiçbir şey yapamam” demeyin.
*Zihinsel özelliklerinizi doğru değerlendirin.
*Kaybettiklerinizin nedenlerini arayın.
*Zamanın tutsağı olmayın.
*“Hayır” demeyi öğrenin.
*Önce özeleştiri yapın ve herkes tarafından sevilmeyi beklemeyin.
*Kendinizi vazgeçilmez görmeyin.
*İşkolik olmayın.
*İşinizi gerçek olanaklarınızla uyumlu kılın.
*Dinlenmeyi bilin.
*Spora zaman ayırın, fiziksel egzersiz yapın.
*Savunma mekanizmalarından yararlanın.
*Öfkenizi yenin.
*Sevdiğiniz bir arkadaşınız ile sohbet edin.
*Sevdiğiniz müziği dinleyin.
*Hayatınızda iyi giden şeyleri unutmayın.
*Sizi seven insanların varlığını düşünün.
*İşinizdeki konuları sakın eve taşımayın.
*Yapamayacağınız şeyler için sakın söz vermeyin.
*Ara sıra film izleyin, tiyatroya gidin.
*Yürüyüş yapın, doğaya çıkın.
*Güler yüzlü olun, yaşama olabildiğince pozitif bakın.
*Sağlığınızın her şeyden daha önemli olduğunu unutmayın.
*Zor anlarda panik yapmadan çözüm yolu bulmaya çalışın, sakin olun.
*Bir koltuğa oturup derin nefes alıp verin.
*İnsanlar yada olaylar hakkında karar verirken iyi tarafından bakmaya çalışın.
*Aşırı miktarda çay yada kahve içmeyin.
*Hobilerinizi arttırın, onlara fırsat buldukça zaman ayırın.
*Okuyun, mutlaka bir şeyler okuyun. Özellikle kitap.
*Daha haberler seyredin, dinleyin.
*Sevdiklerinizle zaman geçirmenin yollarını bulun.
*Sıkıntılarınızı başkalarıyla paylaşmayı unutmayın.
*Gerekirse, bir uzmandan yardım alın.

ÇAĞIMIZIN MODA HASTALIĞI: STRES (II)

Stres konulu yazıma, stresin kaynaklarını açıklayarak devam ediyorum.

2. ÇALIŞANIN İŞİNDEN KAYNAKLANAN UNSURLAR
İnsan iş ortamında uyum arar. Uyumun olmaması bir stres kaynağıdır ve insanı iş görmekten engeller. Uyumlaştırma aşağıdaki durumların varlığına bağlıdır.
2.1.Kişilerarası ilişkiler: Örgütteki kişini diğerleri tarafından tanınması ve kabul edilmesi; olumlu ilişkiler, olumlu bir ortam oluşmasını sağlayarak çalışanların bütünlük içinde olmalarına neden olur.
2.2.Kişiler arası rekabet: Örgütlerde para, terfi gibi konularda sınırları vardır. Bu sınırlı olanaklara ulaşmak için kişiler, birbirleriyle rekabet ederler. Rekabet de en önemli stres kaynaklarındandır. Ancak rekabet, kişiyi geliştirdiği ve örgüte de fayda sağladığı için sistem rekabeti teşvik eder.
2.3.İşyerinin fiziksel koşulları: Araştırmalar ve gözlemler göstermiştir ki; ısı, gürültü, ışık, titreşim vb. fiziki koşullar, kişi açısından kabul edilemez düzeydeyse, stres kaynağıdır.

3. KİŞİSEL UNSURLAR:
Kişi ve kişinin içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan 4 temel unsur, stres kaynağıdır. Bunlar:
3.1.Bireyin kişiliği: Stresin yaratacağı etki, görevin gerekleri arasındaki ilişkiden daha çok etkilemektedir.
3.2.Stres yaratan olaylar: Çalışan, iş gereği ortaya çıkan birçok çatışmalı durumda enerjiye ihtiyaç duyar. Bu enerji, iş dışındaki özel yaşamında tükenmiş olması, iş yaşamındaki mücadelesini azaltır.
3.3.Kişinin fiziksel durumu: Kişi fiziksel olarak sağlıklı olması, strese karşı daha dirençli olmasını da sağlar.
3.4.Kişisel kariyer: Örgütte çalışan için planlanmış kariyer politikası, stres yaratır. Terfi, emeklilik, transfer gibi konularda adil davranılmıyorsa, beklentilere yanıt vermiyorsa çalışanın stres düzeyi artar.

4. ÖRGÜTSEL ÖGELER:
Örgütsel durumlar sebep olduğu kaynaklara göre 3 nedene dayanır. Bunlar:
4.1.Örgütün boyutu: Büyüklüğü nedeniyle bürokrasinin arttığı örgütlerde kişilerin kontrol alanı daraldıkça, bağımsızlıklar da azalır. Kişiye insiyatif bırakmayan katı ve merkezci bir yapıda gelişen kontrol, örgüte yabancılaşmayı arttırır.
4.2.Hiyerarşik yapı: Yönetimi elinde tutanlar, çok sayıda kişinin kaderini de elinde tutar. İnsiyatiflerini ellerinden alarak davranış özgürlüklerini kısıtlar. Bu durumda bulunan çalışan, stres altındadır.
4.3.Örgütteki değişim ve yeniliklerin ortaya çıkardığı belirsizlik: Sürekli gelişen ve değişen dünyada insanlar durmadan yeniliklerle karşılaşırlar. Belirsizlik, birçok durumda ortaya çıkabilir. Çalışanlar terfi etme ve ilerleme imkanları hakkında yeterli bilgiye sahip olmayabilirler. Çalışan görev tanımlarının bulunmadığı bir işyerinde çalışıyor olabilir. Bazı araştırmalar ise, çalışanın işin kaybetme korkusunun neden olduğu belirsizlikten söz etmektedirler.

FARKINIZI GÖSTERİN VE KAZANIN

Rekabet iyi bir şeydir. Ekonomi için, tüketiciler için iyidir. İş sahipleri ve yöneticiler için de iyidir. Ürünlerin ve hizmetlerin sürekli olarak iyileştirilmesini ve geliştirilmesini sağlar. Çalışanların becerilerini geliştirir, yaratıcılıklarını zorlar. Tüm bunlar doğru ama etkili bir rekabet nasıl olmalıdır? Rakiplerimizin arasından sıyrılıp, müşterilerimizin bizi tercih etmeleri için ne yapmalıyız?

Rekabet etmenin en iyi yolu; kendimizi farklılaştırmak, yani kendimize özgü yeteneklerimiz ve artılarımızı kullanarak dikkatleri üzerimize çekmektir. Peki bunu nasıl yapabiliriz?

Kuvvetli yönlerinizin farkında olun. Kim olduğunuz ve neyi temsil ettiğiniz konusunda bir fikrinizin olması gerekir. Bunun için biraz ruhunuzun derinliklerine inmeli ve kendinizle yüzleşmelisiniz. En iyi yaptığınız iş nedir? Ne yapmayı seversiniz? İnsanlar sizi en çok hangi konularda yada hangi yönlerinizi beğenir? Kişiliğinizin yanında işletmeniz açısından baktığımızda, tüketiciye daha dost, iş yapılması kolay biri ya da öyle bir işletme misiniz? Eğer bu özelliklerden hiçbirine sahip değilseniz, işiniz zor. Kendinizi baştan yaratmanız gerekir. Peki bunu nasıl yapacaksınız?

Bunun için öncelikle nasıl tanınmak istediğinize karar verin. Ama olmadığınız gibi de görünmeye çalışmayın. Bu yeniden yaratma süreci, henüz hayata geçirmemiş olduğunuz değerlerinizin ve özelliklerinizin keşif süreci olmalıdır. Her zaman sizinle birlikte olan ama çok ender kullandığınız, yeterince değerlendirmediğiniz niteliklerinizi artık seferber etmelisiniz.

İnsanlara kendinizi anlatmak ve artılarınızı göstermek için her fırsatı değerlendirin. Öykünüzü anlatın, iyi anlatın ve sık sık anlatın. Başka insanların da sizin öykünüzü anlatmasını sağlayın. Öykülerini iyi anlatma konusunda başarılı insanlar ve işletmelere hepimiz rastlıyoruz. Bazılarını beğeniyoruz, sahipleniyoruz. Bazılarına kızıyoruz. Ama ortak nokta; bu insanların kendilerini ve öykülerini anlatma konusunda usta olduklarıdır. Ne yaptıkları, nasıl yaptıklarını ve ne kadar iyi işlediklerini önce kendileri anlatıyor, ardından başkaları tarafından söyleniyor.

Rekabet edebilme konusunda kendinizi farklılaştırmak kadar önemli bir şey yoktur. Bunu içi dolu bir şekilde ve temel değerlerinize dayanarak yapın. Verdiğiniz sözlerle, sözlerinizi tutma konusundaki kararlılığınız paralel olsun. Siz nasıl tanınmak isterseniz insanlara verdiğiniz mesaj da öyle olacaktır. Ve tabii onların da sizi tanıması. Ayrıca en iyi yaptığınız işi yaparken daha çok keyif alırsınız. Müşterilerinize daha iyi hizmet verirsiniz. Kazancınız da artar, işten aldığınız doyum da.

Hadi kendinize haksızlık etmeyi bırakın ve düşünmeye başlayın. Bakın göreceksiniz; ne kadar çok kuvvetli yönünüz var. Çünkü siz bugünlere zaten kolay gelmediniz. Bundan sonrasının da iyi hatta daha iyi olması yine sizin elinizde.

Güzel günler hepimizin, biraz gayret edelim.

ÇAĞIMIZIN MODA HASTALIĞI: STRES

Ekonomik yaşamın getirdiği durgunluk, karamsarlık ve kararsızlık hepimizde farklı tepkiler doğmasına neden olmaktadır. Stres ve ardından gelen depresif kaygılar yarınlarımızı tehdit altına almaktadır. Bu sebepledir ki; yaşadığımız bu olumsuz günleri en az zararla atlatabilmek için neler yapmamız gerekeceği, özellikle iş yaşamındaki etkilerini değerlendireceğim. Bu paylaşımımın önümüzdeki birkaç hafta devam edecek.

Stresi tanımlamak tam olarak pek mümkün değil. Ancak kabul gören tanıma göre stres; gürültü, zorlama, aşırı iş yükü gibi kişiyi rahatsız eden ortamın neden olduğu düzen bozukluğuna organizmanın verdiği yanıtlardır. Bu yanıtlar, olumlu da olabilir olumsuz da. (Örneğin, daha enerjik yada dikkatli olmak)

Stres, hayatın vazgeçilmez parçasıdır. Çünkü, insana çevredeki uyaranlar karşısında daha iyi davranma fırsatı verir. Sıfır stres aslında ölümdür. Çünkü bu durumda kişi, çevreden gelen etkilere tepki verecek enerjiden yoksun demektir. Aşırı stres de ölümcül olabilir tabii. Çünkü bu durumda da kişi aşırı enerji sarf etmekte ve tüketmektedir. Çözüm; her bireyin kaldırabileceği ölçüde stres ile doyumlu ve olumlu bir hayat sürebilmesidir.

2 tür stres vardır: Bunlardan, “olumlu stres” olumlu sonuçlar doğurur. Olumlu stres kaygı değil, bir çeşit motivasyon aracıdır. “Olumsuz stres” ise, kişinin kendine güvenini kaybetmesine neden olan, yetersizlik duygularına sevk eden çaresizlik, umutsuzluk ve hayal kırıklığına sebep olan strestir.

Stresi incelerken, bireylerin iş yaşamıyla ilgili değerlendireceğim ve buna uygun bilgiler paylaşacağım demiştim. O yüzden şimdi paylaşacağım stres kaynakları, iş yaşamında yaşanan stresle ilgili olacaktır.

Stres kaynaklarını 4 ana başlıkta toplayabiliriz. Bunlar; çalışanın işinden kaynaklanan unsurlar, iş ortamından kaynaklanan unsurlar, kişisel unsurlar ve örgütsel unsurlardır.

1. ÇALIŞANIN İŞİNDEN KAYNAKLANAN UNSURLAR
1.1. Görevin Karmaşıklığı: Bilgi yetersizliği yada bireyin kapasitesine bağlı olabilir. Ayrıca, görevin karmaşıklığı, yönetsel yetersizlik de buna sebebiyet verebilir.
1.2. Görevin sağladığı bağımsızlık: Fazla detaylı çalışma süreçlerinin oluşturulması ve bunların dışına çıkılmaması, bağımsızlığı azaltır. Yöneticilerinin kendilerine güvenmediğini düşünen çalışanlar bir de onların davranışlarından etkilenerek stres yaşarlar. Bunun tam tersi durumda geçerlidir. Fazla bağımsız durumlarda da, örneğin, hava kontrolör memurları gibi alınan sorumluluklar aşırı stres kaynağı olabilir.
1.3. Göreve bağlı roller: Kişinin görevi gereği oynadığı roller de stres kaynağı olabilir. Bunlar farklı şekillerde olabilir. Mesela, rol çatışmaları. Göreve bağlı ve birbirleriyle çatışan roller stres yaratabilir. Rol belirsizliği bir başka şeklidir. Ne beklenildiği belirtilmeyen durumla görülür. Fazla ağır rol yada fazla hafif rol de stres kaynağıdır. Aşırı roller, kişinin işi karşısında niteliksel ve niceliksel olarak zorlandığını hissetmesi halinde ortaya çıkar. Hafif roller ise, kısa zamanda rutinlere oturtulabilen, açık, sade ve can sıkıcı işlerle ilgilidir.

ANKSİYETE!... NAM-I DİĞER SIKINTI

Boşanma sürecinin en önemli özelliği sıkıntılı bir süreç olması. Tabii söz konusu “sıkıntı” olunca, bu durumun görülme yeri sadece boşanma süreci değil. Bugün istedim ki, sıkıntı nasıl bir histir, normal midir, normalse ne zaman normal olmaktan çıkar, bunlarla ilgili bilgiler paylaşayım. Bu kavramı oldukça teknik, bilimsel açıklamak mümkün olsa da, ben elimden geldiğince güncel ifadeler kullanmaya çalışacağım.

Sıkıntı, insanlık tarihi kadar eski bir duygudur. Bu duygu, hissedeni tarafından çoğunlukla huzursuzluk, gerginlik, daralma gibi tanımlamalarla ifade edilir. Hepimiz günlük yaşantımızda bu duyguyla yüz yüze geliriz ancak gelip geçici olduğunda yada geçeceğini düşündüğümüzde pek etkilenmeyiz. Bazen sıkıntılarımız öyle yoğunlaşır ki, işimizi gücümüz yapmamıza engel olur. Sürekli gergin olduğunuzu düşünün; yaşamdan aldığınız zevk azalır, dikkatiniz dağılır, canınız çalışmak istemez, mutsuz ve huzursuz olursunuz.

Sıkıntının açık ve şuan ki durumunuzla paralel bir nedeni varsa, doğal bir duygu yansıması diye tanımlayabiliriz. Ancak eğer bir sebep yokken kendinizi sıkıntılı ve gergin hissediyorsanız bunu biraz incelemek gerekir. Bu tür durumlar pek sağlıklı sayılmaz. İsimlendirilirken bile adına, yoğun anksiyete yada “fobi” kavramı kullanılır.

Burada şu soru akla gelebilir; sıkıntının normali var mıdır? Evet, her insanın yaşamında hastalık olmadan yaşadığı normal bir sıkıntı vardır. Ciddi kayıplar ki bunlar para, sevilen birinin kaybı gibi, kaybın kişi için anlamı ölçüsünde sıkıntı yaşanabilir. Ancak bu süre, işimizi engelleyecek boyuta ulaşmışsa yada sosyal ilişkilerimiz bozulmuşsa, eskiye oranla daha zor anlaşılır biri olmuşsak, sınırlar aşılmış ve normalin ötesine geçilmiş demektir.

Burada “depresyon” kavramına da değinmemiz gerekir. Depresyonun temelinde daha önceden isteyerek ve severek yaptığı günlük aktivitelere karşı isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumu vardır. Ek olarak, depresyondaki kişide kederli ve üzgün bir duygu durum ile birlikte görülen bazı değişiklikler mevcuttur. Bu durumda kişi her şeyi olumsuz olarak değerlendirerek karamsarlık düşünceleri ile geçmişi ve geleceği düşünmeye başlar. Bu düşünceler istemese de kişinin aklına gelir. Yani günlük yaşantıda her şeyin olumsuz taraflarını görür.

Son günlerde, toplum olarak, yaşadıklarımız göz önünde bulundurulduğunda, hepimiz belli dozlarda bu duyguyu yaşıyoruz. Bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyoruz ancak hepimiz bekliyoruz. Birilerinin geleceğini ya da bir şeyler olacağını ve bizi bu sıkıntıdan, sıkıntılı durumdan kurtaracağını zannediyoruz. Ama yanlış yapıyoruz aslında. Hani derler ya, “Başlamak, bitirmenin yarısıdır” diye. İstesek, karar versek ve bir şeyler yapmaya başlasak, bir şeylerin değişmeye başlayacağını göreceğiz.

Özet olarak söylemek gerekirse; sıkıntınız, 2 haftadan daha uzun bir süre devam ederse, sosyal, mesleki ve aile yaşantınıza olumsuz yansımaları varsa, sıkıntının normal sınırları aşılmaya başlanıyor demektir. Ve siz mutlaka bir uzmanla görüşmelisiniz. Çekinmeyin, hayatta her şeyi tek başınıza çözemezsiniz.

Duygularınızı kabul edin ve onlarla birlikte sağlıklı uzun bir ömür yaşayın!...

7 Şubat 2009 Cumartesi

BOŞANMANIN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

“Boşanma ve etkileri” yazı dizimin bu haftaki bölümünde, en çok etkilenen taraf olan çocuklarımızla ilgili bilgiler paylaşmak istiyorum. Çocuklarımızın boşanmadan nasıl etkilendiğini anlamak için hem cinsiyete göre hem de yaşa göre değerlendirme yapmamız gerekir.

Boşanmanın yaşa göre etkileri

Boşanma döneminde ebeveynin tavırları, söyledikleri veya bedensel olarak ifade ettikleri tüm sözler, çocuklar için şu mesajı içerir: “Ortada yeni ve belirsiz bir durum var. O yüzden artık sen de endişelenmelisin.” Genelde çocuklar kendilerini böyle bir ruh hali içerisinde bulurlar.

Okul öncesi dönemde (3-5 yaş), çocuklar bebeksi davranışlarda bulunurlar. İlgiye muhtaçtırlar. Annelerinden ayrıldıklarında korkar ve büyük panik yaşarlar. Diğer taraftan, “Benim artık babam yok ama benim babaya ihtiyacım var.” düşüncesiyle şaşkınlık yaşarlar. Kimi çocuklar, bu duruma kendilerinin sebep olduklarını düşünür. 5-6 yaş çocuğu, boşama gerçekleştiğinde huzursuzluk ve öfke nöbetleri yaşarlar. Ayrıca normal zamanlarda yapmadıkları beceriksizlikler yaparlar. Boşanmanın 7-8 yaş grubuna etkisinde, çocuklar, sürekli bir üzüntü yaşarlar, gelecekten kaygı duyarlar. Artık kendileri için güvenli bir yer kalmadığını düşünürler.

9-10 yaş çocuğu boşanma gerçeğini tam olarak algılayabilecek durumdadır. Kaotik bir yapıya dönüşen dünyasına düzen getirebilmek için savaş verir. Genelde duygularını kendine saklar. Boşanmadan dolayı utanır, anne babasının ayrılmasını utanç verici bulur. Arkadaşlarıyla ilgili bozulabilir, geçimsiz ve sinirli olabilir. Boşanmadan en çok etkilenen grup ise, ergenlikte olan gençlerdir. Hayatları için karar almaları ve başarılı olmaları gereken bu dönemde, her şey karışır. “Boşanma sonrasında nerede yaşayacağım?”, “Arkadaşlarıma ne söyleyeceğim?” gibi sorular gençlerin kafasını sürekli meşgul eder.

Boşanmanın cinsiyete göre etkisi

Erkek çocuklar, kızlara oranla boşanmanın ilk etkisini daha fazla yaşarlar. Erkekler, boşanmanın etkisini üzerlerinden atmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyar ve davranış problemleri gösterebilir. Erkekler duygularını kendilerine saklarlar; ya kavgacı, geçimsiz olurlar yada içe kapanırlar.

Kızlar ise, duygularını pek saklamazlar. Ancak; dışarıdan duygularını rahat ifade ediyor olması, boşanmanın etkilerini kolay atlatacağını göstermez. Böyle durumlarda ebeveynlerinin ilgisini üzerlerine çekmek istiyor olabilirler. İç dünyasında derin üzüntü ve güvesizlik yaşarlar.

Gençlik döneminde annesi babası boşanmış ve yetersiz baba-kız ilişkisi yaşamış kızlar, ileriki yıllarda, eşlerinde de baba şefkati arayabilirler. Sevgi dolu bir baba ilişkisinden yoksun kaldıkları için özgüvenleri gelişmemiş ve sosyal girişim yetenekleri sarsılmıştır.

Konumuzun detayları oldukça uzun olmakla birlikte, sizlere genel hatlarıyla açıklayıcı bilgiler vermeye çalıştım. Boşanma kavramı günümüz koşullarında neredeyse her aileyi tehdit eder nitelikte pusuda bekliyor. Siz değerli okuyucularımdan ricam, ailenizdeki iletişimde biraz daha saygılı ve hoşgörülü olmanız. Eğer iletişimde bir sıkıntınız varsa da, mutlaka bir uzmandan yardım almanız.

BOŞANIYORUZ AMA AYRILAMIYORUZ

“Boşanma ve etkileri” yazı dizimize devam ediyorum. Geçen hafta son bölümde, boşanmanın nedenleri konusuna değinmiştim. Bu hafta ise, boşanma sürecinde nelere dikkat edilmeli, bunlara değineceğim.

Eşlerden birini boşanma kararına iten sebep ne olursa olsun, boşanma kararı verilmeden önce, şu konular gözden geçirilmiş olmalıdır:

1.Evliliğimi kurtarmak için elimden geleni yaptım.
2.Bu kararı uzun sürede ve kimsenin etkisi altında kalmadan karar verdim.
3.Eşim de, ben de evliliğimize yeterince zaman tanıdık.
4.Hepimiz(Ben, eşim, çocuğum ya da çocuklarım) boşanma olayından etkileneceğiz.
5.Boşandıktan sonra ortaya çıkacak yeni sorunlarla baş edebilirim.
6.Yalnızca eşimden boşanıyorum, çocuğumdan değil.
7.Eşimin de, benim de çocuğumuza ihtiyacımız var, onun da tabii bize.

Eşler boşanmaya karar verdilerse, çocuğun boşanma sürecinden olabildiğince az etkilenmesi için aşağıdaki ilkelere uymak gerekir.

1.Boşanmanın ne olduğu ve baba, anne ve çocuğun yaşamında nelerin değişeceği konusunda çocuk(lar) bilgilendirilmelidir. Yaşanması gereken zorunlu bazı değişiklikler varsa, mesela, ev yada şehir değiştirmek, bakıcı değiştirmek, yeniden evlenmek gibi, bunlar kademeli bir şekilde gerçekleştirilmelidir.
2.Çocuktan ayrı yaşayacak eş, kademeli olarak evden ayrılmalıdır. Yani gidip bir 3 ay ortadan kaybolamamalıdır mesela. Bu süreç hafta 1-2 günden, 5-6 güne kadar çıkarıldığında çocuk daha az etkilenir.
3.Boşanma sadece çocuklar için ayrılan eşler için zordur. Ancak, artık çözülecek bir şey kalmadıysa, boşanmanın bir son değil bir yeni başlangıç olacağı düşünmelidir. Gerekirse, bununla ilgili bir uzmandan yardım istemekten çekinilmemelidir.
4.Eşler, çocuklarını birbirlerine karşı asla kullanmamalıdır. Çocuk taraf utmak zorunda kalmamalıdır.
5.Boşandık diye çocuğa gereğinden fazla taviz verilmemelidir. Bu durum, boşanmanın bıraktığı yarayı arttıracaktır.

Anne babası boşanmış ve boşanma aşamasında olan bir çocukla yapılmaması gereken 2 husus vardır:

1.Çocuğun yanında bu konu asla konuşulmamalı, özellikle de eşlerden birinin tarafını tutan veya kötüleyen sözler sarf edilmemelidir.
2.Boşanma olayını çocuklarla ilişkilendirilmeli ve bu anlama gelen sözler söylenmemelidir.

Boşanma olayı, kuşkusuz çocukları etkiler, ancak çocuklar olayın kendisinden çok, oluş biçiminden, süreç içerisinde yaşananlardan etkilenirler. Çocuklara bir şeyi anlatmanın çok yolu vardır. Önemli olan çocuğumuz için doğru olan yolu bulabilmektir.

23 Ocak 2009 Cuma

BOŞANIYORUZ AMA NEDEN ACABA??!!!

Geçen haftaki başladığım “Boşanma” konulu yazı dizimin ilk bölümünde, boşanmadan önce neden evlendiğimizi tartışmıştık. İster görücü usulü isterse anlaşarak evlenme yöntemi olsun, başlangıçta evliliğe bakış açımızın, evliliğin devamını etkilediğini belirtmiştik. Biraz daha ileriye gidelim o zaman.

Bir ömür boyu bize hayat arkadaşı olacak kişiyi seçip, evlenme kararını aldıktan sonra durumda bazı değişiklikler görülmeye başlar. Sanki aileler evleniyormuş gibi, her iki tarafın da aileleri olayın içerisine gereğinden fazla dahil olurlar. Evlilik gerçekleştikten sonra eşler, yeni yaşamlarına alışmaya çalışırlar. Diğer taraftan da yaşamda “karı-koca” rollerini oynamaya başlarlar. Bu rolün ağırlığı bazen eşlere ağır gelir. Evliliğin düşündükleri gibi olmadığını anlarlar. Bu süreçte, eğer, aileler çocuklarına ne kadar çok karışırlarsa, evlilik o kadar zarar görür. Tabii ki, ihtiyaç duyulduğunda büyüklerden, onların tecrübelerinden yararlanmak gerekir. Ancak, aileler bunun dozunu hiçbir zaman ayarlayamazlar.

Sancılı geçen ilk yıllarda boşanmanın çok olmasının sebeplerinden biri, budur. Yıllar geçtikçe eşler, tecrübe kazanırlar ve hem olaylara hem de birbirlerine bakış açıları yerine oturur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Sancılı geçen dönemlerde, eşlerin birbirlerine davranışları, söyledikleri ne kadar seviyeli ve saygılı olursa, bu dönem sorunsuz atlatılır. Çünkü, her birliktelikte uzlaşmazlık olabilir. Önemli olan, saygı, hoşgörü ve fedakarlığın korunması ve yaşatılmasıdır. Eğer bunlar varsa, evlilik sağlam temeller üzerine kurulmuş ve yürütülmüştür olur.

Peki, evlilik kurumunu yıkan olası nedenler nelerdir?

Her kurum gibi evliliğinde zaman zaman aksayan yönleri olabilir. Bu aksaklıklar giderilemedikçe sonuç ne yazık ki boşanmayla noktalanabilir. Evliliğin bitmesine yol açan sebepler çok çeşitli olabilir. En sık görülen nedenleri söyle sırlayabiliriz:

1. Ekonomik sorunlar
2. Eşlerin sosyokültürel yapılarındaki farklılıklar
3. Cinsel sorunlar
4. İletişim bozukluğu
5. Eşlerden birinin ihaneti
6. Aile içi şiddet

Yukarıda yer alan sebepler nedeniyle evlilik sorunları yaşayan bir çiftin, anne baba olarak da çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabilmesi zordur. Anne yada baba, çocuklarıyla ayrı ayrı sağlıklı ilişkiler kursalar bile, çocuklarına karşı birlikte tutarlı, dengeli tutum ve davranışlar sergilemekte güçlük çekebilirler. Bir evliliği başa çıkılamayan, çözüm üretilemeyen, süregelen sorunlarla devam ettirilmesinin çocuklar üzerinde yaratacağı etki, bazen boşanmanın eşler üzerinde yaratacağı etkiden daha fazla yıkıcı olabilir.

Ayrıca; boşanmanın sebebi ve şekli, çocukların boşanmadan ne kadar etkileneceğini de belirler. Boşanma nedeninin, anlaşmazlık olması ile eşlerin birinin ihanet etmiş olması, farklı sonuçlar doğuracağı ve farklı etkiler bırakacağı unutulmamalıdır.

ANLAŞAMADIK :(

2008 yılı içerisinde yaptığım televizyon programlarında birkaç hafta değindiğim konulardan biri, boşanma ve sonuçları üzerineydi. Yine geçen gün DRT’de psikolog arkadaşım Sayın Şebnem Dal Üzülmez ile katıldığım programda da yine aynı konuda görüşlerimizi aktardık izleyicilere. Bir süredir, bu konu üzerinde durmamızın bir nedeni var tabii. 2006 yılından bu yana sürekli artan bir boşanma oranı var şehrimizde. Bunun üzerine yapılmış ciddi bir akademik bir çalışma yok henüz. Ancak, bizlerin yaptığı bireysel görüşmelerden edindiğimiz tecrübeler ve bilgiler doğrultusunda ekonomik sorunlar ana nedenlerden birisini teşkil ediyor. Çünkü, şimdi söz edilen krizle şehrimiz 2006 yılında tanıştı. O günden sonra giderek ivme kazandı.

Birkaç hafta ben de köşemde bu konuyla ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Nedenlerini, eşler ve çocuklar üzerine etkilerini tartışalım, nasıl yapılırsa az sancılı bir boşanma süreci yaşanabilir konusunda okuyucularımızı bilinçlendirelim istiyorum.

Toplumun en küçük yapı taşı olan aile kavramında oluşan bozulmaları konuşmaya başlamadan önce aslında, neden evleniyoruz ona bir bakmalıyız. Çünkü oranlara baktığımızda, evliliklerin ilk yılı içerisinde hatırı sayılır bir boşanma oranıyla karşılaşıyoruz. İster geleneksel (Görücü usulü) yöntemle olsun, ister modern yöntemle yapılan evlilikler olsun, daha başlangıcında yapılan bazı hatalarla sıkıntılı bir hale gelebilmektedir. Öncelikle erken yaşta yapılan evliliklerden bahsedelim. Bazı aileler, mal varlığını arttırmak için, kontrol etmekte güçlük çektikleri için ve daha birçok sebeple çocuklarını daha çocuk denecek yaşta evlendiriyorlar. Aileleri için evlenenler, bir süre sonra cahillik ve eğitimsizlikleri de bir araya gelince farklı yönlere sapabiliyorlar. Sağlıklı bir cinsel ve duygusal bilgisizlik içerisinde yaşamlarını sürdüren bu insanlar, bir de çocuk yaparak, yaralarına tuz basmaktan geri kalmıyorlar. Ondan sonrasını siz düşünün artık.

Diğer yandan, eş olarak seçilen kişiyi yeterince tanımadan, aşık olunduğu için, onsuz yapılamayacağı düşüncesiyle alelacele yapılan evlilikler de ilerleyen zamanlarda sorunlar oluşturmaktadır. Bazı soruların yanıtları bulunmadan yapılan evliliklerde, aşkın perdesi gözümüzün önünden kalktığında ve yaşamla ilgili mücadelede gösterilmesi gereken direnç düştüğünde bireylerin düşündüğü ilk çözümlerden birisi, ayrılmak olmaktadır.

Peki, evlenmeden önce doğru bir karar almak için hangi soruların yanıtlarını vermemiz gerekir? 1)Ben kimim? Yaşamdan ne bekliyorum? Nasıl bir yaşam istiyorum?, 2) Hayallerim ve hedeflerim var mı? Onlara ulaşmak için neler yapmam gerekir?, 3) Nasıl bir kişiliğe sahibim?, 4) Yaşamımın geri kalan kısmını birlikte geçireceğim hayat arkadaşımın ne gibi özellikleri olmalı?, Nasıl biri olursa beni mutlu eder?, 5) Ben eşime neler verebilirim? Yada vermeliyim?, 6) Eşim olacak kişiyle ortak bir hayale yada hedefimiz olabilir mi?

Evet!... Öncelikle bu soruların yanıtlarını kendimize vermelisiniz. Karşımıza böyle birisi çıktığında da onunla da bu konuları konuşmalısınız. Tabii ki sevdiğiniz ve aşık olduğunuz kişilerle yaşamınızı birleştirmelisiniz. Ancak, karşınıza böyle birisi çıkmadan önce bu analizi yaparsak, ilişkilerinizi yönlendirirken bu konulara dikkat ettiğinizi de göreceksiniz. Unutulmaması gereken bir nokta daha var. Şans, kader, kısmet… Adına ne derseniz deyin. Tüm soruların yanıtlarını verseniz de karşınıza çıkacak kişiyi seçerken bu unsurunda etkili olacağı göz ardı edilmemelidir.

GELİŞMEZSEN EĞER, YOK OLABİLİRSİN

Son zamanlarda çok sık duymaya başladık. Değişim, gelişim, farkındalık vs. kavramlarını. Bireysel gelişim diyoruz, sosyal gelişim diyoruz. Peki ya gelişimin zıttı nedir? Durağanlık mı? Tek düze kalmak mı? Eski kafalı kalmak mı? Bence gelişimin zıttı yok olmaktır, hatta ölmektir. Eğer gelişmezseniz ölürsünüz.

Gelişim kavramının özünde, “değişim” vardır. Değişim sizi rahat alanınızdan çıkmaya ve “tehlikeli, riskli ve alışılmadık” şeyler yapmaya zorlar. Ancak değişim, gelişim için en büyük fırsattır. Peki insanlar neden değişime karşı çıkarlar? Neden “Değişeceğiz” dediğimizde insanlar koltuklarına sıkı sıkıya sarılırlar? Gerçi herkes böyle davranmaz ama yine çoğunluk böyledir. Bazı insanlar, -ben onlara akıllı insanlar diyorum; biliyorsunuz, zeki olmak ile akıllı olmak arasında fark vardır- değişimin getirdiği yeni olasılıklardan ne tür fırsatlar yaratabileceğine odaklanırlar. Ama bunu yaparken kendilerine bazı sorular sorarlar: “Neden bunlar benim başıma geliyor?” yerine “Ne gibi olumlu adımlar atabilirim?, “Bu değişim bana ne kadar zarar verdi?” yerine “Bu değişimden nasıl yararlanabilirim?” diye.

Kendimize yapıcı sorular sormak, pozitif düşünebilmemiz için ise, bazı engelleri de aşmamız gerekmektedir. Bu engelleri şöyle açıklayabiliriz:

1.Engel: Korku. Yeni şeyler, eski alışkanlıklarımıza olan inancımızı tehdit eder. Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde ise korku duyarız. Fiziksel ve duygusal olarak etkileniriz. Hele değişim doğrudan bize yöneldiğinde korkumuz daha da artar. Peter Senge’in şöyle bir sözü var: “İnsanlar değişime karşı çıkmazlar. Değiştirilmeye karşı çıkarlar.”. Kendimizi değişimin “kurbanı” olarak görmeye başladığımızda ise vereceğimiz tepkiler hiç de mantıklı olmamaktadır.Ama korku, yönetilebilir bir duygudur. Mantık yürütme, olumlu iç konuşmalar, uzmanlardan alınacak desteklerle bu süreç, amaca yönlenilerek başarıyla aşılabilir.

2.Engel: “Ne olurdu?” oyunu. Durumlar değişmeye başladığında geriye dönerek, “….. ne olurdu?” şeklinde düşünce üretmek gereksiz zaman ve enerji kaybına neden olur. “Yatırım yapmasaydım ne olurdu?, “Küçülmeseydim ne olurdu?”, “Daha iyi bir eş olsaydım ne olurdu?” gibi. “Ne olurdu?” oyunu, büyük bir kara delik gibidir, oyuncuların, bizlerin ileriye gitmesini, eyleme geçmemizi engeller. Hemen olumlu sorularla şuanı ve geleceği planlamak ve uygulamaya geçmek doğru bir hamle olacaktır.

3.Engel: Etiketler. İşimizi kaybedince, onun bize verdiği imkanları kaybedince, kartvizitimiz gidinde kendimizi tam anlamıyla bozguna uğramış gibi hissederiz. Ama yanlış olan şudur. Biz bu etiketlerden ibaret değiliz. Görevimiz, işimiz, biz değiliz. Bunlar sadece etikettir. Bu iş olmadan da bir yaşantımız ve karakterimiz vardı. O yüzden, bence kendi yaşantımızın CEO’su olmamız gerek.

4.Engel: Odaklanma eksikliği. Değişim yaşanırken görüntü bulanıklaşır. Gidilecek yol belli olsa da, yolculuk esnasında dikkat dağılabilir. Bunun sebebi, planlı bir değişimin yaratılamamış olmasıdır. Odaklanma, az sayıda konuda, daha etkili olmaktır. Önceliklerimizi belirlemeli, onlara yönelik eylem planları yaparak değişimi yaşamalıyız.

Değişim gelip bizi bulduğunda, kendimize soracağımız sorular, aradığımız yanıtlardan daha önemlidir. Bazı insanlar “Benden ne olur ki?” diye sorarlar. Başarılı insanlar ise, “Ne olacağım?” diye.

YENİ YIL, YENİ UMUTLAR :)

Evet! Nihayet geldi 2009. İyi ki de geldi. Neydi o öyle? Biz ki; nice krizleri yaşamış, nice badireler atlatmış bir toplumuz. Krizler neredeyse yaşama biçimimiz olmuş, sessizlik ve sakinlik yaşadığımızda yine bir şeyler olacak endişesi yaşarız sürekli. Ama 2008, hepsini solladı doğrusu. Hem sadece bizi değil tüm dünyayı salladı. Dünya, alışık olmayınca böyle durumlara, tüm dengeleri alt üst oldu. Ya bizim?

Yeni yılın ilk gününde dolaşırken, 2 mizah dergimizin; komik, komik olduğu kadar da anlamlı kapaklarına rastladım. Birinde, -hani geçen yılı ihtiyar, gelen yılı da küçük bir çocuk olarak resmederler ya- onun gibi, 2 farklı Tayyip Erdoğan çizimi gördüm. Birisi 2008’i, diğeri 2009’u anlatıyordu. Büyük olan, küçük olanı kucağına almıştı. İlginç geldi bana. Yine birlikte olacağımızı, tüm gündemi ve yaşantımızı etkileyeceğini düşündüm. Diğer dergide ise, Bush’a atılan ayakkabı konusu kapak yapılmıştı. Ama bir farkla! Bush’un yerine veda konuşması yapmaya gelen, 2008’i anlatan bir yaşlı bir adam vardı. Ona da ayakkabı fırlatılmıştı. Ve şöyle deniliyordu 2008 için: “Hangi yüzle veda konuşması yapmaya geldin?”.

Haksızlık etmeyelim tabii. 2008 yılında bazı dostlarımızın yaşantısına güzel şeyler getirmiştir. Kimisinin bebeği olmuştur, kimisi dünya evine girmiştir ki, buna kendi kardeşim de dahil, kimisi yeniden aşık olmuştur. Kimisi işini kaybetmemiş hatta terfi bile etmiştir. Ancak ben genel çoğunluktan bahsediyorum. 2008 yılı hepimizi çok yordu. Hem bireysel, hem de işletmelerimiz çok sıkıntı yaşadı. Yeni yıl gecesi bile eski coşkuya pek rastlamadık.

Hadi gelin, artık 2008’i geride bırakalım. Tüm yaşadıklarımızdan gerekli dersleri alalım ve arşive kaldıralım. Artık 2009 yılındayız. Ümitliyim ben, hem de çok. Kendim için, ailem için, işim için, şehrim için, ülkem için ve hatta dünyam için. Eğer biz istersek, inanırsak ve eyleme geçersek, bu yıl ve önümüzdeki yıllar daha güzel geçecektir.

Lütfen sahip olduğumuz şeylere odaklanalım. Onlardan olumlu enerji alarak önümüze bakalım. İyi yönlerimize odaklanalım. Önce kendimize sonra tüm çevremize karşı saygılı ve hoşgörülü olalım. Mükemmel olacak, mükemmel olacağız diye, iyi olan şeylerin kıymetini gözden kaçırmayalım. Önceliklerimizi bir kez daha gözden geçirelim. Yaşamımızdaki araçlar, amaçlara dönüşmüş olmasın. Hırslı olmak, risk almak tabii ki faydalı. Ancak kontrolü kaybetmeyelim. Ne derler bilirsiniz. “Kontrolsüz güç, güç değildir.”. Sadece zarar verir.

Daha çok dinleyelim. Dinlediklerimizi yorumlayalım. Araştıralım ve hem kendimizi hem de etrafımızdakileri geliştirelim. Unutmayalım. Gelişim yaşam boyu sürer. Çevremizdeki, şehrimizdeki bilgili, tecrübeli insanlardan yararlanalım. Sorarsanız, öğrenmek isterseniz, “küçülmezsiniz!” merak etmeyin. Unutmayın!... Dünyadaki en önemli ve en pahalı 2 şey; “Bilgi ve Teknoloji”dir. Sorun, danışın, koçluk alın, gelişin. Yaşam kalitenizi hep arttırın. Aman sendecilikten uzak durun.

Büyüklerinize saygı gösterin. Onların bugüne kadar ki yaptıklarına sahip çıkın. Onları koruyun ve geliştirin. Ve lütfen insani değerleri hiçbir zaman unutmayın. Eğer hepimiz üzerimize düşeni yaparsak, inanın tedirgin olacak bir durum kalmayacaktır. Hani derler ya; “Herkes kendi evinin önünü temizlese ve başkasının evinin önünü kirletmese, bütün her yer tertemiz olur.” diye. Onun gibi; önce hepimiz kafalarımızı temizleyelim ve başkaları için olumsuz düşünmeyelim, başkaları da aynısını yapsın, o zaman tüm toplumumuz tertemiz bir toplum olalım.

Güzel bir yıl, sağlıklı bir toplum olmamız dileğiyle!...

YENİ YILIMIZ HEPİMİZE KUTLU OLSUN!...

Nihayet 2008 yılının sonuna geldik. Geldik ama oldukça da yıprandık. Tüm dünyayı kaplayan olumsuz tablo hepimizi bir şekilde etkiledi. Sanayicisi, esnafı, öğretmeni, işçisi, memuru, emeklisi ve tabii öğrencisi. Herkes kendi çapında bu yılı hem ekonomik hem de sosyal açıdan sıkıntılıyla kapatıyor. 2008 yılı girerken dilediklerine herhalde çok az kişi ulaşabilmiştir. Onları bütün kalbimle kutluyorum. 2009 yılından beklentiler de çok yüksek değil. Hatta 2008 yılına göre daha zor geçeceğini düşünenler bile var.

Yazılarımda, genelde sorunlardan bahsediyor olsam da, hep çözümlerden de bahsetmeye çalışırım aklım yettikçe. Olumsuz bakmamaya, pozitif enerjimi sizlerle paylaşmaya çalışırım. Özellikle yılın bu son yazısında da, 2009’un bizlere, daha çok başarı, daha çok kazanç ve tabii sağlık getirmesine yönelik duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Bu aşamada hepimiz, önceliklerimizi belirlemeliyiz. Herkese göre değişiklik gösterse de ben yine de sizler için de bir öncelik listesi hazırladım. 2009 yılından beklentilerinizi bu sıraya göre tekrar gözden geçirin ve önceliklerinizi aklınızdan çıkartmayın.

1) Sağlık: Her şeyin başı sağlık. Önce yaşamanız, var olmanız gerek dünyadaki işleri gerçekleştirebilmeniz için.
2) İnanç: Kendinize inancınız, ailenize inancınız, işinize, çalışanlarınıza, ülkenize, şehrinize ve tabii tanrınıza olan inancınız. İnanmalı ve umut etmelisiniz.
3) Hayaller ve hedefler: Herkesin bir hayali olmalı. Ondan yola çıkarak, kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerinizi belirlemeli ve ona göre planlar yapmalısınız. (Biz buna vizyon ve misyon da diyoruz.)
4) Aile : Size inanan ve güvenen bir aileniz olsun. Sizi desteklesin sonuna kadar. Ama siz de onlara hak ettikleri değeri ve ilgiyi gösterin. Onlarsız olmaz asla. Hem düşünsenize; başarsanız bile kime ne bırakacaksınız.
5) İlişkiler : Doğru insanlarla, değerli insanlarla, sizi seven insanlarla, ileri görüşlü, kültürlü, bilgili insanlarla iletişim kurun. Önce verin, karşılığını beklemeden. Sonra gerisi kolay.
6) Değişim: Ne iş yaparsanız yapın, mutlaka kendinizi geliştirin. Okuyun, gezin, konuşun, dinleyin, düşünün ve değişin. Ve tabii gelişin.
7) Yetiştirme: Ne olur arkanıza ve hatta yanınıza birilerini yetiştirin. Korkmayın. Onları dinleyin, düşüncelerini önemseyin, kademeli yetkilendirin ve onlara devredin. Sizler artık guru olun, lider olun, CEO olun. Ve tabii baba olun.

Biraz da yaşayın. Sevdiklerinizle birlikte olun. Yaşamın anlamı sadece para kazanmak, çalışmak değildir. Bunlar sadece birer araçtır. Önemli olan, huzurlu ve mutluluk içerisinde yaşamaktır.

2009’da daha çok yaşayın; sevgiyle ve hoşgörüyle!...