19 Aralık 2008 Cuma

KRİZ Mİ? O DA NE!... (II)

Bir önceki yazımda; kriz kavramı üzerinde durmuş, önce genel olarak sanayicilerimize önerilerde bulunmuş, ardından krizi bireysel olarak incelemeye başlamıştık.

Bireysel olarak kriz konusunda yapılması gereken ilk eylem, finansal durumun gözden geçirilmesi ve iyileştirmesi olacaktır. Aslına bakarsanız, bu yaşamın her döneminde yapılması, sıkı sık göz önünde tutulması gereken bir konudur ancak her şey yolunda giderken bazen dikkatten kaçar.

Kaldığımız yerden devam edelim. Peki, işsiz kalanlar neler yapmalıdır? İstifa da etsek, kriz nedeniyle işsiz de kalsak, moralimizi mümkün olduğunca bozmamalıyız. Unutmayın yıkılmış, dağılmış birini kimse işe almaz. Öncelikle ailemizle(eş, çocuklar) konuşup, tüm kararları ortaklaşa alarak herkesi bilgilendirerek sürece dahil etmeli, hüznü de, heyecanı ve umudu da paylaşmalıyız. Böylece birlikte, işsizliğe ve belirsizliğe karşı savaşmış oluruz.

Yakın çevremizdeki önemli noktalarda çalışan, fırsat yaratabilecek, yönlendirme yapabilecek insanları arayıp, iş aradığımızı bilmelerini sağlayabiliriz. Tabii bunu yapabilmek için, önceki dönemlerde onları arayabilecek ilişkileri geliştirmiş olmamız şart.

Ola ki, bir fırsat yaratılıp görüşmeye çağrıldığımızda neler yapmalıyız? Her görüşme öncesi, en iyi şekilde hazırlanıp öyle gitmeliyiz. Bunu bir satış gibi düşünün. Kendimizi, tecrübelerimizi, bilgimizi, zamanımızı ve hayallerimizi satacağız. Kendimizi doğru gösterecek, giysi, konuşma ve eylemlerde bulunmalıyız. Her görüşmeye, diğerleri olumsuz da olsa, yeni bir satış, yeni bir fırsat olarak görmeliyiz.

Bu tür zamanlar, yani işsiz olduğumuz zamanlar, insanın kendine bakması, kendisiyle ilgili önemli kararları alabilmesi için aslında iyi bir fırsat olabilir. Eski işimizde kullandığımız veya hep içimizde olan bir yeteneği farklı alanda kullanmak için bundan iyi fırsat olamaz. Dönüştürülebilir yeteneklerimizi düşünmenin tam zamanı! Yaşamınızda neleri değiştirebilirsiniz? Bir düşünün!...

Peki, hala çalışan ama bir şekilde kendini tehlikede hissedenler neler yapmalılar?

İşimize daha bir gayretli sarılabiliriz. Ama bunu kör gözüne sokar gibi değil, dozunda ve sistemi zarar vermeden yapmalıyız.

Yapabiliyorsak öncelikle maliyet azaltıcı projeler yaratıp, uygulamaya sokabiliriz. Her işte bir yenilik, farklı bir çalışma gerçekleştirmek mümkündür.

İletişime her zamankinden daha fazla önem verebiliriz. İçe kapanarak, bugün mü, yarın mı işten çıkarılacağını düşünerek çalışamayız. Böyle olursa hem işimizi yanlış yaparız, hem de ilişkilerimizi bozarak, olumsuz durumları üzerimize çekeriz.


Unutmayalım, daha yukarıya yükselmek için biraz eğilmemizin zararı yoktur.

Eğilin ama yıkılmayın!...

KRİZ Mİ? O DA NE!... (I)

Birkaç gün önce, Denizli ve Delikliçınar Rotaract Kulübü’nün birlikte organize ettikleri yemekli toplantıya konuşmacı olarak davet edildim. Kulüp yöneticileri ve üyelerinin, bu şehrin ve hatta ülkemizin geleceğini oluşturacak, ekonomisine yön verecek çok seçkin, zeki ve başarılı arkadaşlardan oluştuğu gördüm ve çok sevindim. Güzel ve keyifli bir yemeğin ardından konuşmama başladım. “Bireysel vizyon” konusunda hazırlanmıştım ama konuşmamın bir bölümünü, ne yazık ki son günlerde kara bulut gibi çöken ve küçük büyük herkesi etkileyen “KRİZ” kavramı üzerine bir şeyler söylemeye ayırdım. Orada paylaştığım bazı düşüncelerle birlikte krizin anlam ve önemine dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Evet! Küresel anlamda, tüm dünyayı etkileyen, finansal açıdan herkesi zor duruma sokan bir daralma söz konusu. Herkesin tanımlamakta zorlandığı bir değişim sürecinden geçiyoruz. Makro ve mikro ekonomi kavramları neredeyse yeniden yazılıyor. Ama dikkatinizi çekerim; küresel kriz başlamadan öncede ülkemizde ekonomik göstergeler çok sağlıklı değildi. Şunu bilmeliyiz ki; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ticarette %100 kazanma dönemleri bitti, paradan para kazanma dönemi birkaç direnç gösterenlerin haricinde son buluyor. Daha az kar marjı ile para kazanmayı ve harcamayı öğrenmemiz gerek. Özellikle, Denizli’mizin sanayicilerine sesleniyorum. Çok para kazandığınız dönemdeki yaşam tarzınızı, iş yapış biçimlerinizi yeniden düzenlemelisiniz. İnovasyon denilen yeni, yaratıcı fikirler bulmalısınız. İşinizde farklı olmalısınız. Üretimde, satışta, insan kaynağında sihirli kelime artık “Kalite ve farklılık”. Bu hep vardı ama bunları görmekte zorlanıyordunuz. Para kazanırken bunlar boş düşüncelerdi ama şimdi ne yapacağınızı kara kara düşünüyorsunuz. İnsan kaynakları bölümleri artık işletmelerin en önemli bölümleri oldu. Eskiden de böyle olması gerekirdi ama.

Belki bilenler vardır; kriz için hep Çinlileri suçladık. Biliyor musunuz; Çince’de kriz, tehlike ve fırsat anlamına gelen “Wei-Ji” kelimelerinin birleşiminden oluşur. O zaman ne yapacağız? Fırsatları iyi göreceğiz, kuvvetli yönlerimize odaklanacağız, yeni fikirlerle farklılık yaratacağız, insan kaynağımızla, hem üretimi, hem de satışı en kaliteli haliyle sunacağız ve krizleri fırsata çevireceğiz. Kriz psikolojisini yaşamaya devam ettiğiniz sürece, kendi kuşağınızı, bu kadar yıllık emeğinizi boşa harcayacağınız gibi, sizin ardınızdan gelen kuşağa da kötü örnek oluyor ve onları da demotive ediyorsunuz.

Biraz da olaya bireysel boyutta bakalım!... “Sen onu bunu bırak; ben eve ekmek götüremiyorum, işsizim, yerimden korkuyorum” diyenler var çevremizde. Peki, onlar için neler söyleyebilir, önerebiliriz?

Her şeyden önce, paniğe kapılmadan, bu durumun geçici olduğunu iyice anlamamız gerekiyor. Sürekli süren bir kriz yok ve böyle bir şey varsa zaten kriz değildir. Sonra yapılacak ilk iş; var olan finansal durumu gözden geçirmektir. Sırasıyla şunlar yapılabilir:

* Tüm ödeme ve borçlarımızı listeleyebiliriz.
* Bunları önem sırasına göre planlayabiliriz.
* Aylık harcamaları, önemsiz kalemlerden başlayarak kısabiliriz.
* Varsa yüksek faizli kredi kart borçlarımızı, en düşüğe aktarabiliriz.
* Öncelikle mümkünse tasarrufa başlayın.

Devam yazımda, “işsizler ve yerinden endişe edenler için neler önerebiliriz?” Krizi beynimizde çözmeye çalışacağız.

HİKAYELERDİR ASLINDA YAŞAMI ANLATAN…

Yazılarıma başladığımdan beri dikkat ettim, daha çok kişisel gelişim ile ilgi mesleki paylaşımlarda bulunmuşum. Teorik bilgilerle bir farkındalık yaratmasını sağlamaya çalışmışım. Ama öyle hikayeler vardır ki, okuduğumuz-dinlediğimiz, birçok teoriyi, yöntemi, uygulamayı içinde görebilirsiniz. Zaman zaman böyle hikayelerle anlatmak istediğimizi daha kolay anlatabiliriz.

Hikâye, "Muhyiddin Arabi"ye ait. İçinde güven, sadakat, iletişim, kişisel farkındalık ve daha birkaç mesaj yer almakta. Hikaye alıntı olduğundan olduğu gibi aktaracağım.

Buyurun okuyun…

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken sultanın öylesine itimadını kazanmış ki, sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli, zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini, kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle sultan yakınları, ondan gün geçtikçe daha çok şikâyet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar.

Bir gün sultanın huzurunda bir saraylının bir diğer saraylıya şöyle dediği duyulmuş: "Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musunuz? Aslında her gün gidiyor; hatta izin günlerinde bile gidip orada saatlerce kalıyor. Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.". Sultan kulaklarına inanamamış. "Gözlerimle görmeliyim" demiş. Böylece o da hazine dairesine gidip Ayaz'ı gözlemek istemiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içinde olanları seyretmeye hazırlanmış.

Ayaz hazine dairesine bir dahaki sefer geldiğinde sultan dışarıda beklemeye koyulmuş. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Köle Ayaz, sandığın önünde diz çökmüş, kapağı usulca kaldırmış ve içinden bir şey çıkarmış. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! İşte köle Ayaz, saraylı giysilerini çıkarmış bu elbiseyi giymiş ve sonra aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine: "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş.

"Bir hiçtin sen. Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, sultanın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. İşte Ayaz, şimdi buradasın, ama asla nereden geldiğini unutma. Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla; Ayaz hatırla!..."

Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden sultanla yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.

"Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi kalbimin hazinedarısın. Bana, benim de önünde bir hiç olduğum, kendi sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği konusunda ders verdin."

13 Kasım 2008 Perşembe

KADIN OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Geçen hafta kadınlarımıza, annelerimize, hanımlarımıza yönelik başladığımız yazıma bu haftada devam edeceğim. Bu haftaki giriş bölümümüzü kadının tarihsel konumundan ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum. Nereden nereye geldiğimizi görmek adına faydalı olacaktır. Gerçi ne kadar yol kat ettiğimizi(!) görünce siz de şaşıracaksınız.

Bilimsel olarak bakıldığında, “Homo Sapiens” yani insan neslinin başlangıcının 30.000 yıl öncesine kadar uzandığı görülmektedir. Bu sürenin, ilk 20.000 yılında yeryüzü anaerkil topluluklar olarak yaşamlarını sürdürmüşler. Son 10.000 yılda durum değişmiş ve neredeyse tüm topluluklar ataerkil yani erkek egemen kültürler olarak yaşamlarını sürdürmüşler. Dinlerin oluşmaya başladığı dönemlerde de kadın hep ikinci planda yer almış. Özellikle bazı dinlerde, kadın yaratılırken, erkeğin kemiklerinden meydana geldiği kabul edilmektedir.

Evlilik kurumunun geçmişinin ise, 4.000 yıl öncesine dayandığı söylenmektedir. Doğu ve Batı kültürlerinde kadına bakış açısı birbirine göre zıttır. Doğuda, Arap kültürü gibi o dönemlerde etkili kültürlerde kadın hak ettiği yerde değilken, özellikle Roma kültüründe kadın hep etkin olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kadına önem verilmiştir. Hepimiz biliriz ki, tarihimizdeki önemli kadınlara baktığımızda devlet yönetiminde dahi etkin olduklarını görüyoruz. Kadınlarımıza en üst düzeyde değer verilen dönem ise, Ulu Önderimiz Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdir. Batı kültürlerinde bile verilmeyen birçok hak, bu dönemde kadınlarımıza tanınmış ve kadınlarımız hak ettikleri yere layığıyla yerleşmişlerdir. Hepsi de bulundukları yerin hakkını fazlasıyla vermişlerdir.

Ancak ne kadar üzücüdür ki, daha sonraki dönemlerde, kadınlarımız, yine ikinci planda yer almaya başlamışlardır. Toplumun her kademesinde, sanki gizli bir erkek anlaşması varmış gibi, kadınlarımız sürekli geri planda ve az sayıda yer almışlardır. Bunun sebeplerini düşündüğümde, bakın, hangi noktalara ulaşıyorum. Bunlardan ilki, dinimizin bazı kurallarının, halkımız tarafından yanlış anlaşılması sonucunda oluşan inançlardır. Bunda hem erkeklerimizin hem de kadınlarımızın payı mevcuttur. Ana nedeni, bence bilgisizliktir. Dinimizin kuralları tam olarak incelediğinde görülecektir ki, kadın önemlidir. Aile için, erkek için, çocuk için ve toplum için ana belirleyici noktalardandır. Ama ne yazık ki, dini kendi çıkarları için kullanmaya alışmış bazı zihinlerde bu tam anlamıyla şekil değişmiştir.

Bir başka neden, kadınlarımızın tutumlarında görülmektedir. Bu tutumu, 2 ana sınıfa ayırabiliriz. Birincisi; feminizm, eşitlik, özgürlük, düşünce ve davranış özgürlüğü gibi anlamlı ancak toplumumuzda tepki alacak şekilde radikal uygulamalara imza atan kadınlarımızın tutumudur. Bir erkek olarak; kadınlarımız ile birlikte eşit olduğumuzu, hatta bazı konularda gerçekten biz erkeklerden fazla artıları olduğunu savunan biriyim. Ayrıca; önemli olanın insan olmak olduğunu savunuyorum. İnsan olarak hepimizin birbirimizden farklıyız ve bunları yaşamımıza aktararak mutluluğumuzu ve başarımızı yönlendirme yeteneğine sahibiz. Ancak; bu düşüncelerin uç noktalarda savunulması, yapıcı ve bilinçlendirici olmaktan öteye, yıkıcı ve her iki tarafa da zarar verir haldedir. Oysa; bu önemli düşünceleri uygun platformlarda, uygun stratejilerle paylaşmak daha doğrudur, daha geliştirici ve birleştiricidir.

İkincisi ise; az önceki kadın tutumunun tersine, tamamen pasif, sessiz, ne düşündüğü belli olmadan sürdürülen bir yaşamın içindeki kadınlarımızın davranışlarıdır. Eşleri ne derlerse ve ne yaparlarsa yapsınlar, hallerinden memnun tavırları ve şükredici tutumları oldukça üzücüdür. Bırakınız, toplum içinde hak ettiği yere gelmeyi, iş yaşamında kariyer yapmayı, eşlerine hanımlık bile yaparken edilgen olmayı tercih etmektedirler.

Sivil toplum faaliyetlerimin arasında, geçen hafta yazdığım gibi, toplumun bazı grupları ile bir araya gelmeyi ve düşünce paylaşımında bulunmayı önemsiyorum. Çünkü bu gruplarda yer alan kadınlarımız örnek olacaklar ve diğer kadınlarımızın bilinçlenmelerini sağlayacaklardır.

KADIN OLMAK YADA OLAMAMAK

“ Gri renkli bir sevdadır kadın olmak,
Feryatlarla dağlanmış anları vardır hayatın,
Kadın olarak “merhaba” dediğiniz gün, kaderinize yazılan…
Ama yine de vazgeçilmeyen, Tadı damakta kalan…

Başkaları için kadın olmak;
Namuslu olmak için, güzel olmak için, şirin olmak için,
Temiz olmak için, iyi yemek yapmak için,
İyi anne olmak için, iyi eş olmak için…

Ama salt kadın olmak için kadın olamamak!...”

Evet!.. Bugün yazıma kadınlarımız için yazılan alıntı bir şiirle başlıyorum. Biliyorum; gazetemizin aboneleri erkek. Ama kadınlarımızı fark etmeyenler de erkek. O yüzden istiyorum ki, önce abonelerimiz okusunlar yazımı, ardından değerli eşleri. Bakalım, aynı yazıyı 2 ayrı bakış açısıyla nasıl değerlendiriyoruz.

Kısa zaman önce 2 değerli grubun üyelerinin eşleri ile birer paylaşım toplantısı gerçekleştirdik. DEGİAD’ın değerli üyelerinin sevgili eşleri ve Delikliçınar Rotary Kulübü’nün kıymetli üyelerinin sevgili eşleri ile kadın olmaktan, eş olmaktan, anne olmaktan ve kendin gibi olmaktan konuştuk. Çok anlamlı düşünceler ve duyguları paylaştık doğrusu. Ben bu tür organizasyonları çok önemsiyorum. Çünkü, sivil toplumumuzun öncüleri olan bu oluşumların, eğer isterlerse, her hareketi örnek teşkil eder ve toplumumuz diğer fertlerine ışık tutar. İşte bu yüzdendir ki, ne zaman fırsat bulsam, gerek erkek üyelerle gerekse eşleri ile bir araya geliyorum.

Bütün ekonomik göstergelerin olumsuzluğa dönüştüğü şu günlerde, küçük yada büyük işletmelerimizin sahiplerinin yaşadığı sıkıntılı ruh halinin sonuçlarını ne yazık ki, evlerinde eşleri ve çocukları göğüslemektedirler. Böyle olunca da, sevgili eşlerine daha fazla sabır, hoşgörü ve destek göstermek düşüyor. Biliyorum ki; en azından benim konuştuklarım, bu konuda ellerinden geleni yapıyorlar. Onlar da artık biliyorlar. “Önce iş, sonra aş”. Bir taraftan çocuklarının eğitimlerine ve gelişimlerine yön vermeye çalışırken, bir taraftan da eşlerinin üstündeki yükü paylaşmaya çalışıyorlar.

Ancak, sadece bu hanımlarımızın değil, tüm kadınlarımızın durumu pek de istenilen, beklenilen noktada değil. Eşle, çocukla, hatta ailenin büyükleriyle uğraşmaktan, kendilerine zaman ayırmalarının ve farklı faydalı etkinlerde yer almalarının pek mümkün olamadığını dile getiriyorlar. Bütün bunları yapmaktan şikayetçi değiller ancak eşlerinin de kendilerine hak ettikleri ilgi ve saygıyı vermelerini istiyorlar.

Yaptığımız paylaşım toplantılarında, konuşulan konuları haftaya aktarmaya devam edeceğim. Kadın olmak üzerine geçmişten bugüne tarihi gelişmeleri, sosyal ortamda kadınlarımızın yaşadığı sıkıntılardan örnekler paylaşacağız.

“Cennet, analarımızın ayakları altındadır. Ya eşlerimizin? Kadınlarımızın?”

KÖTÜ ALIŞKANLIKLARDAN KURTULMANIN YOLLARI

Alışkanlıkları kazanırken hiç zorlanmayız. Çünkü, alışkanlıklar yapmaktan hoşlandığımız, keyif aldığımız davranışlardır. Oysa ki, kolayca kazandığımız bu kötü alışkanlıklarımızdan vazgeçmek oldukça zordur. Eğer istediğiniz gibi biri olmak istiyorsanız, bu sürecin kontrolünün tamamen sizde olduğunu unutmayın.

Her yeni yılın başında, kilo vermek, İngilizce öğrenmek, daha çok kitap okumak gibi değişik konularda kendinize söz verirsiniz. Yada sigarayı bırakacağınıza, ailenize daha çok zaman ayıracağınıza.. Ne tür kötü alışkanlıklarınız olursa olsun, ister aşırı yemek yeme, ister sigarayı bırakma, ister bazı şeyleri sürekli erteleme gibi, bunlardan kurtulabilir, kendi mutluluğunuzu, sağlığınızı yada başarınızı engellemeden vazgeçebilirsiniz. Bu işin anahtarı; kötü alışkanlıkların nedenlerini saptamaktan geçer. “Neden?” sorusunun yanıtını bulduğunuzda birçok şeyi halletmiş olursunuz. Neden geç kalıyorum?, neden sigara içiyorum?, neden bu kadar çok çalışıyorum? gibi.

Kötü alışkanlıklarınızın nedenlerini belirledikten sonra, onlardan kurtulmak ve yeni bir başlangıç yapmak için belli adımlar atabilirsiniz.

1) Düşünce biçiminizi değiştirin.. Eğer durumunuzu değiştiremiyorsanız, düşünce yapınızı değiştirin. Örneğin; değişik nedenlerle işe geç kaldığınızı varsayalım. O yüzden de hep işe geç kalıyorsunuz. Bu aşamada kendinize sürekli “Hep geç kalıyorum.” demek yerine, “Zamanında geliyorum, dakik davranıyorum.” Deyin. İlk başta bu düşünce saçma gelse de zamanla bu düşünce yapınız üzerinize yapışacaktır.

2) Sevdiğiniz konulara odaklanın.. Yaşamınızın herhangi bir yönünden hoşlanmıyorsanız, o konuya odaklanmaktan vazgeçin ve başka bir size keyif verecek, motive edecek bir konuya yönlendirin kendinizi. Mesela işyerinde bir arkadaşınız sinirinize mi dokunuyor? Peki o işyerinde başka neleri seviyorsunuz? Müşterilerinizi mi?, Patronunuzu mu? Alacağınız ücreti mi yoksa? Konunun olumlu yönlerini düşünün.

3) Kendinizi yeni bir gözle görün.. Her gün 10 dakika, kendinizi kötü alışkanlardan kurtardığınızı düşleyin. İşe geç kalıyorsanız, kendinizi işe zamanında gitmiş olduğunuzu düşleyin. Zihninizde işinizi severek yaptığınızı düşünün.

4) Günlük tutun.. Vazgeçemediğiniz bir kötü alışkanlığınız yüzünden kendinize ve çevrenize zarar veriyorsanız, bir günlük tutun ve bu ısrarlı davranışlarınızın nedenlerini sorgulayın. Yine iş geç kalmadan bahsedelim. Eğer işe geç kalıyorsanız, o gün günlüğünüze neden işe geç kaldığınızı yazın. Ve sorgulayın, çözün. Belli bir alışkanlığı sergilemenize neyin yol açtığını ve sonrasında kendinizi nasıl hissettiğinizi yazarak üzerinde düşünün.

5) Kendinize zaman tanıyın.. Yeni bir alışkanlığı günlük yaşamınızın bir parçası haline getirmenin 30 gün sürdüğünü hatırlatın kendinize. Zaman zaman hata yaptığınızı, bu yüzden irtifa kaybettiğiniz dönemler olacaktır. Böyle durumlarda kendinize acımayın. Kendinizle gurur duyun. Bugüne kadar yaptığınız iyi şeyleri düşünerek, kendinizi olumlu yönde güdüleyin. Sadece neden yükseklik kaybettiğinizi düşünün, önlemlerinizi alın ve yolunuza devam edin. Tabii ki, 30 günlük sürenin sonunda durmayın. İyi davranışlarda bulunmaya devam edin.

Zihninizde kendinizi yeniden yaratmakta olduğunuzu ve bunu sürekli, uzun soluklu bir çaba gerektirdiğini bilin. Bugün başlayın…

İŞİNİN EHLİ OLMAK

Eskiden ahilik sisteminin geçerli olduğu dönemlerde, usta makamına gelmek için uzun yıllar çaba harcamak gerekirdi. Önce çıraklık, sonra kalfalık geçerliydi. Ustanın gözetiminde verilen bu eğitim, yine ustanın vereceği kararla bir üst makama taşınırdı. Ustaya saygı, neredeyse anne babaya gösterilen saygıdan daha fazlaydı. Zanaat diye tarif edilen, el becerisi ve farklı yeteneklere ihtiyaç duyulan mesleklerde, ustalaşmak için neredeyse, bir ömrün geçmesi gerekirdi. Babadan oğula geçen bazı meslekler de durum pek farklı değildi.

Günümüzde de hala usta-kalfa-çırak sistematiği hala mevcut tabii. Son dönemlerde, bu durum değişmeye başladı ne yazık ki!.. Artık ustalarımıza gereken saygıyı göstermiyoruz. Her şeyi kendimiz yapabileceğimizi düşünüyor, kendi göbeğimizi kendimiz kesebileceğimizi zannediyoruz. Özellikle son zamanlarda çoğu kimse kendi işini yapmıyor yada yapamıyor. “Yapamıyor” olması, biraz da ekonomik gelişmeler ve zorunluluklarla ilgili sanırım. Ama “yapmıyor” olması üzerinde biraz duralım istiyorum.

Dönem, kolay para kazanma dönemi. En yaşlısından, en gencine kadar herkes, uğraşmadan, az emek harcayarak nasıl para kazanacağının derdini taşıyor. Çocuklarımızı yetiştirirken bile, “Aman oğlum, aman kızım çok kazansın” düşüncesiyle yanlış davranışlar sergiliyoruz. Anne babalar; erkek çocuklar için futbol, kız çocuklar için model, dizi oyunculuğu gibi farklı, kolay para kazanma yollarını tercih ediyorlar. Aslında zannediyorlar. Çünkü kolay para diye bir şey yok. Yaşamda her şeyin bir bedeli var. Mutlaka her ektiğinizi, bir şekilde biçiyorsunuz. O yüzden, çocukları henüz küçük olan anne babalara önerim, çocuklarınızın yeteneklerine uygun meslekleri yada yaparken mutlu olacakları meslekleri seçmeleri konusunda desteklemeleridir. İnanın bana, o zaman ya kazandıkları paranın önemi kalmayacak yada düşündükleri kadar para kazanıyor olacaklar.

Ya üniversite mezunları!... Onlar da okullarını bitirip, mesleklerini yapmak için bıkmadan, usanmadan doğru işi arıyorlar. Ama bulamadıkları gibi, birçoğu da işsiz kalıyorlar. Onlar da bazen manavda, bazen markette çalışıp ekmeklerini kazanmaya çalışıyorlar. Buldukları ilk işten itibaren çok kısa sürede, çok para kazanmayı, hemen terfi etmeyi planlıyorlar.

Yine üniversite mezunu olan ancak kariyerlerinde belli noktalara gelmiş insanlara baktığınızda da durum pek farklı değil. Mühendis olup da öğretmenlik yapan, öğretmen olup da danışmanlık yapmaya çalışan, doktor olup da tekstilcilik yapan nice insan tanıyorum. Yaşamı bir ucundan tutup, kendilerince uzmanlık alanları belirleyerek, iş yaşamında ekmeğini kazananlar hiçbir engelle karşılaşmadan mücadelelerine devam ediyorlar. Bu yaşam kavgası içerisinde normal olarak görülebilir. Ancak, ilk başta anlattığım “usta olmak”, otorite olmak, en iyisi olmak yönünden baktığınızda, sıkıntılı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Son yıllarda, popüler olan bazı meslekler var ki, her kendini uzman gören hemen bu işleri yapmaya çalışıyor (NLP Uzmanı, Kişisel Gelişim Uzmanı, Öğrenci Koçu). Bu işleri yapanlar; yani, sosyal çevresi geniş, konuşması güzel, girişimci ruhu ile hareket eden bu bireylerin, bilmeleri gereken bir şey de var ki, o da, “Uzman” yada “usta” olmanın bu kadar kolay olmayacağıdır.

Son olarak; diploması olup da, mesleğinde bir noktaya ulaşmış, ancak hırsları sebebiyle, sağa sola çatan bazı ne oldum delisi dostlarımızla ilgili birkaç söylemek istiyorum. Bilmeliler ki, kariyerlerinde bir noktaya ulaşmak, o nokta da kalmaktan daha kolaydır. Atalarımızın dediği gibi;

“Ne oldum değil, ne olacağım demeli!.”

GENÇLİĞİN GEÇİRDİĞİ SÜREÇLER

Öfke, gerçekten, bulaşıcı bir duygu ve gözlem yoluyla örnek alınan ve insan yaşamına küçük yaşlardan itibaren dahil olan bir duygu. Özellikle ergenlik döneminin en büyük baş belası olarak görülebilir. Gençler taşımak zorunda oldukları rolleri tam olarak oynamakta sıkıntı çekmektedirler. Bunun başlıca nedeni, geçmiş zamanla şimdiki zaman arasında yaşanan değişimdir. Bizim ergenlik dönemlerimiz ile şimdiki dönemin ergenlik çağındaki gençleri arasında neredeyse uçurumlar var. Oysa, insanın gelişim süreci dikkate alındığında böyle bir şeyin olması beklenmemeli. Ancak, değişen sosyokültürel şartlar, gelişim süreçlerini de etkilemektedir.

Aslında aynı duygular yaşıyoruz gençlikte. Başımızda kavak yelleri, bir kimlik arayışı içerisinde, bir yerlere ait olma ihtiyacı, arkadaşlık, dostluk, aşk, heyecanlar aynı tutkular. Ancak, bizler o zamanlar daha mütevazi, daha saygılı, daha dikkatli, daha kontrollü ve daha düşünceli olmaya çalışırdık. Şimdiki gençler ise, daha bencil, daha hırslı, daha yırtıcı, daha çok beklentiye açık, daha sabırsız davranmaktalar.

Bunun kaynağını nedir diye sorguladığımızda, ailenin yetiş(tir)me yaklaşımlarının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Eskiden, büyüklerimiz, başkalarıyla iletişim kurduğumuzda saygılı, dürüst, kibar ve paylaşan taraf olmamızı isterlerdi. Başkalarının düşünceleri çok önemliydi ve biz bulunduğumuz ortalarda ailelerimizi temsil ederdik. O yüzden, tüm davranışlarımıza özellikle dikkat ederdik. Doğru insanlarla karşılaşır ve doğru tutum ve davranışlar sergilerdik çoğunlukla.

Oysa günümüzde, aileler çocuklarını yetiştirirken, daha güçlü olmaları için her türlü yaklaşımı neredeyse mubah sanıyorlar. Yeter ki, çocukları zarar görmesinler, ezilen-kaybeden taraf olmasınlar. Bu yüzden de agresif yaklaşımlarına göz yumuyorlar. Her türlü imkanı çocukları için seferber ediyorlar, sürekli veriyorlar. İstiyorlar ki, kendilerinin bulamadıkları şansları, koşulları çocukları yakalayabilsin. Sürekli alan, sorgulamadan yaşayan bu gençler, ilerleyen dönemlerde, karşılarına çıkan zorluklar karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hedefleri belli olmayan, sadece iyi yaşam koşulları için mücadele vermeleri gerektiği düşüncesiyle, hırslı ve öfkeli bir yapıya bürünüyorlar. Bumerang misali, istedikleri olmayınca, istediklerini alamayınca ilk önce ailelerine dönüyorlar ve kırıcı oluyorlar.

Ardından içinde yer aldıkları sosyal ortamda da problemler yaşıyorlar. Bencil, kırıcı, sürekli talep eden tavırları nedeniyle yanlış ilişkiler, hatalı iletişimlerde bulunuyorlar. Zararlı gruplara ve arkadaşlıklar kuruyorlar. Bunları söylerken üzülmemek mümkün değil. Son dönemlerde, psikologa giden o kadar çocuk ve ailesi var ki! Her genç üzerlerindeki yükü taşımakta zorlanıyorlar. Hatta bazıları intihara bile teşebbüs ediyor. Çok acıdır.

Üzülerek söylemek isterim ki; bunun 2 nedeni var; 1) Değişen sosyal şartlar nedeniyle çocuklarımızın sarf etmesi gereken çabanın artması, 2) Ailelerin çocuklarını yetiştirirken uyguladıkları yanlış yöntemler. Unutmamak gerekir ki; “Ağaç yaşken eğilir.”. Küçüktür, bilemez, yapamaz, ben halledivereyim düşüncesi bu sonuçları doğurmaktadır.

7 Ekim 2008 Salı

ÖFKE DANSI

Öfke duygusu yaşandığı zaman ilişkide yanlış giden bir şeyler vardır. Gerçek sorun öfke değil, öfkenin kaynaklarıdır. Öfke duymak bir soruna işaret etse bile, öfkeyi açığa vurmak sorunu çözmez. Öfkeyi açığa vurmak ilişkideki eski model ve kuralların korunmasına, hatta bunların daha da güçlenmesine ve dolayısıyla, değişimin gerçekleşmemesine yol açabilir.

Peki; yaşamdaki öfke dansını değiştirmek isteyenler için şu önerileri sunuyor:
1. Öfkemizin gerçek kaynaklarına odaklanmayı öğrenebiliriz: "Bu durumda beni öfkelendiren şey ne?" "Burada asıl sorun ne?" " Ne düşünüyor ve hissediyorum?" "Ulaşmak istediğim şey ne?" "Kimler nelerden sorumlu?" "Değiştirmek istediğim şey tam olarak ne?" "Yapabileceğim ve yapamayacağım şeyler ne?" Öfke enerjimizi, konumumuz ve seçeneklerimizle ilgili fikirlerimizi açıklığa kavuşturmak yerine, değişmek istemeyen bir insanı değiştirmeye ya da denetim altına almaya çalışarak harcayabiliyoruz.

2. İletişim becerilerini öğrenebiliriz: Bu, söylediklerimizin duyulması ve farklılıkların tartışılması şansını artıracaktır. Öfkemizi olduğu gibi, hiç gözden geçirmeden açığa vurmakta bir açıdan sakınca olmayabilir. Bunun yararlı ya da gerekli olduğu durumlar var; tabii aşırıya kaçmıyorsak. Ama patlamak ya da kavga etmek geçici bir rahatlama sağlasa bile, fırtına dindiğinde genellikle hiçbir şeyin değişmediğini görürüz.

3. Verimsiz etkileşim modellerini gözlemleyip bunlara müdahale etmeyi öğrenebiliriz: Açık ve etkin bir iletişim kurmak, koşulların iyi olduğu durumlarda bile oldukça güçtür. Öfkelendiğimizde ise, daha da güçleşir. Ne de olsa, fırtınanın tam ortasındayken kendimizi gözlemlememiz ya da esnek davranmamız pek olası değil. Duyguların yoğun olduğu durumlarda sakinleşmeyi ve yakındığımız etkileşimlerde oynadığımız rolün ayırdına varmak üzere biraz geri çekilmeyi öğrenebiliriz.

4. Karşı adımları ya da diğerlerinin "Eskisi gibi ol!" tepkilerini beklemeyi ve bunlarla başa çıkmayı öğrenebiliriz: Tümümüz, şu andaki gibi kalmamızdan çıkarı bulunan grup ya da sistemlerin birer parçasıyız. Bu "Eskisi gibi ol!" tepkisi hem kendi içimizden, hem de çevremizdeki önem verdiğimiz kişilerden gelir. Peşinde olduğumuz değişimlere biz de direnç gösteririz. Değişime gösterilen bu direnç, tüm insani sistemlerin değişme isteği kadar doğal ve evrensel bir yönüdür.
İçimizden bazıları, açık bir iletişim ve kesin bir değişme kararlılığıyla başlar işe, ancak yine de diğer insanın savunmaya geçmesi ya da söylediklerimizi geçersiz kılma çabaları karşısında geri adım atabilir. Değişim konusunda ciddiysek, diğerlerinden gelen karşı adımların ya da "Eskisi gibi ol!" tepkilerinin bizde yarattığı kaygıyla suçluluk duygusunu görmeyi ve yönetmeyi öğrenebiliriz. Bundan daha da güç olan adım ise, kendi içimizdeki, değişimden korkan ve direnç gösteren yönü kabullenmektir.

(Kaynak: Harriett Lerner "Öfke Dansı" adlı kitabından derlenmiştir.)

ÖFKE KONTROLÜ

Öfkemi Nasıl İfade Ediyorum?
Öfkenin ifade ediliş biçimi de kaynakları kadar önemlidir. Öfkenin nedeni kendimizden kaynaklanıyorsa, örneğin yorgunsak, istemediğimiz öfke patlamalarına neden olmamak için önceden önlem alma yöntemi uygulanabilir. Bunun için ilk olarak öfke nedeninin yorgunluk olduğunun bilincine varılması gerekir. Bundan sonra, "Ben yorgunum." mesajı karşı tarafa verilebilir. Bu tür bilgilendirmeler günlük yaşam içinde daha az sorun yaşanmasına yardım eder.
"Sen ne kadar dağınık bir insansın!", "Sen beni hiç düşünmüyorsun.", "Bana daha önceden haber verseydin, her şey daha başka olurdu." "Sen bu iş için yetersizsin." Öfkemiz karşımızdakinin bir davranışıyla ilgiliyse kullandığımız yukarıdaki ifadeler gerçekte "sen dili" adı verilen ve saldırganlık niteliği taşıyan ifadeler. Bu tür ifadeler insan ilişkilerini örseler, sarsar, karşı tarafı sinirlendirir, kızdırır ve güvensizlik yaratır. Sen dilinin çocuklara karşı kullanımı da onların duygularını ve özsaygısını zedelemek yönünden çok risklidir. "Peki ama, öfkemi nasıl dile getireceğim?" diye düşünüyorsanız işte size büyülü reçete: Ben dili. Ben dili, bireyin karşılaştığı durum ya da davranış karşısında bireysel tepkisini duygu ve düşüncelerle açıklayan ifade biçimidir, yani duygu ve düşüncelerimizi karşıdakini örselemeden içtenlik belirten sözcüklerle ifade eder. Ben dili bireyin kendisi ile ilgili mesajlardan oluşur. Gerçek düşünce ve duygularımızla ilgilidir. Başkaları hakkındaki değerlendirme ve yorumlarımızı değil, kendi duygularımızı açıklar. Ben diliyle konuşmak, duygu ve düşünceleri ilettiği için kullanan kişiyi rahatlatarak öfkenin birikmesini önler.
Ben dili bizim toplumumuzda, kendini beğenmişlik ve bencillikle karıştırılır. Ancak, ben dili bireyin kendini her şeyin merkezine koyup çevresine buradan bakması anlamına gelmez. Ben dili, olumsuz duygular yaşayan ya da öfkeli olan kişinin, olumsuz etkilendiği davranışı ve bu davranışın onun üzerinde yarattığı etki ve duyguları karşısındaki kişiye açıklamasıdır. Ben dili, saldırı niteliği taşımaz, bu yüzden de ben dili kullanan kişiler daha iyi duyulabilirler. Çünkü, saldırgan ifadeler karşı tarafı daima savunmaya ya da saldırıya iter.

Ben dili dürüstlüğün en etkili ifadelerinden biridir ve karşı tarafa kişinin kendinden sorumlu olduğu mesajını verir. Bu tür bir mesajın üç öğesi vardır: 1. Rahatsız olunan davranışın suçlayıcı olmayan bir ifadeyle tanımlanması 2. Rahatsız olunan davranışın kişi üzerindeki belirgin etkisi 3 . Rahatsız olunan davranış ve belirgin etkisi hakkında kişinin hissettiği duyguları açıklaması
Örnek vermek gerekirse,SEN Dili: Beni incitmekten zevk alıyorsun.BEN Dili: Bu davranışın beni çok incitti.SEN Dili: Zaten bana hiç zaman ayırmazsın, hep çok işin vardır.BEN Dili: Bana daha çok zaman ayırırsan mutlu olurum.
Öfke, bireyin kendisini tanıması ve uygun ifade yollarıyla belirtilmesi durumunda bireye olumlu bir güç sağlar. Öfke için harcanacak enerji yaşamda ve ilişkilerde değişiklikler yaratmak için kullanılabilir. Öfkeyle gelen enerji olumsuz yönde kullanıldığında, rahatsız olunan durumlarda hiçbir değişikliğe yol açmayıp, diğerlerini hedef alır ve sonuç vermez. Öfkenin olumsuz kullanımı kabul edilmeyi sağlayamaz. Sorunlarımızı çözerek ilerleyip, yaşamımızda olumlu değişiklikler yapmak istiyorsak, kendimizi tanıyarak kabul etmemiz gerekir. Kendimizi kabul etmemiz, enerjimizi kendimiz ve yaşamımıza ilişkin diğer durumlarımızla ilgili olumlu işler yapabileceğimiz alanlara odaklayabilmemizi sağlar. Sonuç olarak öfke enerjimizi yaratıcı ve yapıcı olarak kullanabiliriz.

ÖFKE KAVRAMI ÜZERİNE

Beni çıldırtıyor. Hiç laftan anlamıyor.",
"Niçin bu evde kimse bana yardım etmiyor?",
"Kaç kere ayakkabılarını çıkarmadan içeri girme dedim sana?",
"Eşim çalışmamı istemediği için işten ayrılmak zorunda kaldım, ondan nefret ediyorum.",
"Bu kadınlara hiç yaranamazsın zaten, ne yapsam ona yetmiyor.",
"İstediğim gibi giyinip gidemiyorum, bu okuldan hoşlanmıyorum.",
"Çok çalışıp, bütün sorulara cevap verdiğim halde yine zayıf aldım, hep bu öğretmenin yüzünden."
"Neden hep onun istediği yere gidiyoruz, gitmeyeceğim artık.",
"İstediğim kadroyu bana vermediler, onlara göstereceğim."

Bu cümlelerin kimisi kadınların, kimisi erkeklerin kimisi de çocukların ağzından çıkmış ama her birinin ortak bir yanı var: Öfke...
Öfkenin diğer duygulardan pek farkı yok; ancak bu duygu pek çok kişiye korkutucu geliyor. Çünkü, bu duygunun çevreye ve ait olduğu bireyin kendisine yansımaları oldukça olumsuz. Olumsuz bir duygunun kabul edilmesi de pek kolay olmuyor. Böylece de insanoğlu "öfkesini", "öfkelileri" ve "öfkeyi" bir türlü anlayamıyor, hatta inkâr bile edebiliyor. Öfke de tıpkı üzüntü ve mutluluk gibi bir duygu. Bu yüzden inkâr edilmeyi ya da kabul edilmemeyi hak etmiyor. Olumlu ya da olumsuz her duygu gibi öfkenin de bir ömrü var; bu ömür tamamlandığında kayboluyor. Ancak öfkenin, bu tatsız süreyi kısaltmak ve onu daha iyi anlamak açısından "tüketilmesi" gerekiyor.
Duygular doğaldır ve varlıkları, davranışların gözlenmesiyle ya da sözel ifadelerin verdiği mesajlarla anlaşılabilir. Duygular hakkındaki yanlış yorumlar onların sorgulanmasına yol açabilir. Oysa, duyguların sorgulanması, insanın doğal olan diğer özelliklerinin sorgulanmasıyla eşdeğerdir. "Neden karnın acıkıyor?", "Neden üzülüyorsun?", "Neden boyun uzun?", "Neden bu kadar kızıyorsun?", "Neden seviniyorsun?", "Neden düşünüyorsun?". Duygular, insanın kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açarlar, ancak bir insanı iyi ya da kötü diye değerlendirmeye yetmezler. Olumlu duyguların hissedilebilmesi için insanın öncelikle yemek, barınmak ve korunmak gibi temel gereksinimlerinin karşılanmış olması gerekir. Temel gereksinimleri karşılanamayan insanlarda olumsuz duygular hızla harekete geçer. Bu yüzden aile ve toplum içinde olumsuz duygulara kulak vermek gerekir.

Öfke de olumsuz duygulardan biridir. Öfkenin duygusal yönünün yanında, fizyolojik ve bilişsel bileşenleri de vardır. Bir başka deyişle öfke, düşünce ve davranışlarla da ilgilidir. Böyle bir duygu vücudun kendini olumsuz durumlardan korumaya yönelik bir tepkisi olabilir. Vücut stres altında kaldığında, böbreküstü bezlerinden adrenalin adı verilen bir hormon salgılayarak alarm durumuna geçer. Kandaki miktarı böylece artan adrenalin kan basıncının yükselmesi, kalp atışlarının hızlanması gibi fizyolojik değişikliklere yol açar. Sonuç olarak da vücut kendini tehdit eden uyarana karşı koruma gücünü bulur. Kaçar, kovalar, saklanır, bağırır, dövüşür. Öfkelendiğimizde yüzümüz kızarır, bağırırız, sert davranışlarda bulunabiliriz. Tüm bunlar aslında fizyolojik kökenleri olan davranışlardır ve bu davranışları kendimizi olumsuz duyguların yükünden kurtarmak için gerçekleştiririz. Bu görüşten hareketle öfkenin, düşünce düzeyinde reddedilse bile beden diliyle inkâr edilemeyen bir duygu olduğu ileri sürülebilir.

ÖFKENİN ANLAMI

Öfke, özenle dikkate alınması gereken bir "işaretçi"dir. Neye işaret ettiğine gelince; öfkelenen kimsenin hakkı yeniyor, gereksinimleri ve istekleri karşılanmıyor, yaşamına ilişkin bir soruna gereken önemi kendisi vermiyor, içinde bulunduğu bir ilişki uğruna değer ve inançlarından ödün veriyor ya da gelişme ve yeteneklerini ortaya koyma şansı elinden alınıyor olabilir. Genel olarak, öfke 2 temel nedenle ortaya çıkabilir. Bu nedenlerden (1.)Bireyin kendisinden, (2.)Karşısındaki birey(ler)in onda oluşturduğu duygulardan kaynaklanabilir. Öfke, ister bireyin kendisiyle ilgili ister karşısındakiyle ilgili bir nedenden kaynaklansın, özenle üzerinde durulup çözümlenmesi gereken bir duygudur.

Dr. Thomas Gordon öfke olgusunu bir buzdağına benzetir. Buzdağının suyun üzerinde kalan kısmı öfkedir, oysa suyun altında kalan kısmı çok daha geniştir, yani öfkenin ortaya çıkmasına yol açan pek çok duygu burada gizlidir. Suyun altında kalan bu duygulara temel duygular adı verilir. Temel duygular birikip, sertleşip, katılaşınca, buzdağının tepesindeki öfkeyi oluşturur. Sözü geçen temel duygular ise kıskançlık, üzüntü, merak, yalnızlık, itilmişlik, kaygı, hayâl kırıklığı, haksızlık, anlaşılamamak ve sıkıntı gibi duygulardır. İnsanların çoğu, öfkeyi buzdağının tepesinde yaşar ve bir türlü çözümlenmemiş bu duygulara sıkı sıkı tutunur. Oysa, öfkenin kaynaklarını ortadan kaldırmayı başarmak için buzdağının altındaki temel duyguların anlaşılabilmesi gerekir. Gereksinimlerin hiçbir zaman ve hiçbir koşulda karşılanamadığı durumlarda öfkeyi yaşamak kaçınılmazdır.

"Ben hiç öfkelenmem",
"Çok nadir kızarım, ama bomba gibi patlarım",
"Çok çabuk sinirleniyorum ve buna engel olamıyorum.".

Bunlar, günlük yaşamda bireylerin kendi öfkeleriyle ilgili yorumlarından bazıları. Bu yorumlar, gerçekte öfkemizi ve nedenlerini pek de tanımadığımızı gösteriyor. Oysa öfke, kaynaklarını ortadan kaldırmak uğruna, sonuna kadar yaşanıp bitirilmesi gereken bir duygu. Ama bu nasıl yapılır? Yani öfke nasıl yaşanmalıdır? En önemli soru da bu.

Öfke, karşılanamamış gereksinimlerin işaretçisidir demiştik. İşaretçi olarak öfkenin verdiği mesaj, "İstediğimi elde edemiyorum." olabilir. Biz insanlar bu mesajı verirken farklı davranışlara başvururuz. Seçilen bu davranışlar yoluyla da elde edemediğimiz bu amaçlarımıza ulaşmaya çalışırız. Kırılan gurur, gerçekte yersiz olan beklentiler ve zihinde yaratılan düşmanca fantaziler öfkeye yol açabilir. Zaman zaman kendi kusurlarımızı örterek, başkalarını suçlarken öfkeyi kullanırız. Diğer duygularımızı gizlemek ya da yok etmek için de öfkeden yararlanırız. Öfkeyi yaratan duyguları, öfkeyi gösteren davranışlardan ayırt etmek gerekir. Bazı durumlarda öfke yarar sağlayabilir. Saldırgan nitelik taşımayan davranışlara da yöneltebilir. Öfkenin yarar getirmediği tepkiler ise genellikle saldırgan eylem niteliği taşır. Burada amaç, öfke duyulan kişiye zarar vermektir. Saldırgan nitelik taşıyan eylemler tehdit etmek, hakaret etmek ve iğnelemek gibi sözel ya da dayak gibi fiziksel biçimlerde olabilir. Öfke, aynı duygunun süreğenleşmiş (kronikleşmiş) hali olan "düşmanlık"tan farklıdır. Öfke, geçici bir tepkidir ve her insanda oluşabilir. Düşmanlık ise kalıcı bir nitelik taşır. Bu noktada, birbirini düşman sayan ulusların ya da fanatik düşünce gruplarının çocuk ve gençleri eğitirken öfkeyi nasıl süreğenleştirdikleri ve pekiştirdikleri de üzerinde düşünmeye değer bir konu.

12 Eylül 2008 Cuma

YENİ BAŞLANGIÇLAR

Okulların açıldığı şu günlerde, her yaştan öğrenci kardeşlerimizin ve çocuklarımızın yaşadığı tatlı heyecana hepimiz şahit oluyoruz. Okul yaşamına yeni başlayan çocuklarımız, ilk adımlarını atarken alışmaları kolay olsun diye bir hafta önce okula gitmeye başladılar. Annelerinden ayrı kalmaya alışmaları için ne gerekiyorsa yapılıyor. Aynı durum, anneler için de geçerli. Onlar da çocuklarından ayrı kalmaya pek istekli değiller doğrusu. Tecrübeli öğrenciler ise, kendilerinden emin, yeni eğitim öğretim yılına başlamanın heyecanı içerisindeler.

Ya üniversite sınavına girip de, yeni bir şehirde, yeni bir yaşama ilk adımı atacak genç kardeşlerimize ne demeli. Onların durumları farklı mı sizce? Bana değillermiş gibi geliyor. Onlar da kendilerini sudan çıkmış balık gibi hissediyorlar şu günlerde. Öyle ya; yıllardır çalışıp didinip, ellerinden geleni yaptıkları bir sınavın ardından, bir üniversitede okumaya hak kazandılar. Belki istedikleri yerler oldu belki olmadı ama sonuçta yüzdelik dilime girmeyi, üniversitede okumaya hak kazandılar. Bundan sonra kendilerini bambaşka bir hayat bekliyor. Nasıl mı?

Öncelikle eski alışkanlıkların sona ereceği, aileden uzak, dolayısıyla rahat ortamdan uzak, yeni bir başlangıç noktasına geldiler. Yeni bir şehirde yeni insanlarla tanışacaklar ve yaşamlarına devam edecekler. Kalacak yerin ayarlanması, beslenme ve giyim imkanlarının yeniden düzenlemesi, tek başına yaşamaya alışmak, dışarıdan gelecek farklı mesajlara karşılık vermeyi öğrenmek için zamana ihtiyaçları olacak. Kayıt günü, tatlı bir heyecanla birlikte adlandırılamayan bir tedirginlik var olacak. Okul nasıl, öğretmeler nasıl, kimlerle aynı sınıfı paylaşacağım, yurt işim ne olacak, tek başıma bütün ihtiyaçlarımı karşılayabilecek miyim? Bütün bu sorular, ilk gün sürekli olarak zihinleri kurcalayacak.

Kayıt ile okulun başlayacağı zaman süreci içerisinde, eskiden önemsenmeyen ve hatta bıkılan bütün eski alışkanlıkların önemi anlaşılacak ve sanki ilk defa yaşanıyormuş gibi tam bir doyum içerisinde yaşanacak. Neden? Çünkü 15 gün sonra bunların hiçbirisi eskisi gibi olmayacak.

Ne dersiniz? Çok mu dramatik şeyler yazıyorum? Olabilir. Ama kendi okula başladığım günleri hatırlayınca, nostaljik bir yaklaşımla, genç kardeşlerimin durumuna değinmek istedim. Gerçekten; şu günleri, hem heyecanlı, hem mutlu ve gururlu, hem de şaşkın geçiriyorlar. Yetişme tarzlarına göre bu karmaşık dönemi bir süre sonra atlatacaklar. Yeni yaşamlarına alışacaklar. Bu oryantasyon sürecinde, yine, ailenin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Anne baba çocuklarını, kendi ayakları üzerinde durabilecek becerileri kazandırdılarsa, çocukları da bu süreyi kısa zamanda atlatacaklar. Yok eğer, onları yetiştirirken, her istediklerini yaptılarsa, kolaya alıştırdılarsa bu süre uzayacak. Ama yine eninde sonunda yeni yaşamlarında mutlu olmayı öğrenecekler.

Zaten öyle değil midir? Yeni olan her şey; heyecan verdiği gibi, endişe de verir. Sadece öğrenci kardeşlerim için değil, biz yetişkinler için de durum aynıdır. Yeni bir iş, yeni bir eş, yeni bir şehir yada yeni bir başlangıç ayrı bir heyecan ve endişe kaynağıdır. Kendiyle barışık ve yaşamlarının farkında olan her birey, bu süreci kısa sürede atlatır ve zaman kaybetmezler. Çünkü onlar için önemli olan, yaşarken alınan kararlar ve uygulamalardır.

Siz ne dersiniz?

29 Ağustos 2008 Cuma

YOL PUSULANIZ VE HARİTANIZ

Pusula”nız kendinizsiniz. “Harita”nız ise, hedefleriniz ve bu hedeflere ulaşmak için aldığınız kararlar ve eylemlerinizdir.

Kendinizle ilgili soruları sorduğunuzda ve gerçekçi olarak yanıtladığınızda, kendinizin farkına varacaksınız. Kendi farkındalığınızı sağladığınızda, pusulanızı elinize almış olacaksınız. Çünkü, bu aşamada, hayallerinizi hedeflerinize dönüştürebilecek ve eylem planı yapabilecek hale gelirsiniz. Bu aşamada, etkili bir KEFE Analizi yapmanız, koyacağınız hedefleri doğru belirlemenize ve kendi farkındalığınızı sağlamanıza katkıda bulunacaktır. Daha önceki yazılarımdan birinde de aktardığım gibi, KEFE Analizi, kişinin kuvvetli ve eksik yönlerini, bu yönleri kullanmasını yada kullanamamasına yol açacak fırsatları ve engelleri tanımlamasıdır. Bu analizin sonucunda, gelişim planınızda ortaya çıkmış olur.

Gelelim hedeflere.. Hedefleri; kısa süreli/uzun süreli ve somut (sayısal)/soyut(davranışsal) olarak ayırabiliriz. Öncelikle uzun dönemli hedeflerinizi belirlemelisiniz. Bundan 10 yıl sonra, ne yapıyor olmak istiyorsunuz? Belki daha fazla süreyi de düşünebilirsiniz. Bu hedefler, sizi aslında yaşam vizyonunuza ulaşmanızı sağlayacak hedeflerdir. Ardından; orta vadeli hedeflerinizi tanımlamalısınız. 1 yıl sonra, neyi başarmak istiyorum? Bunları yazın. Çok sayıda varsa, önceliklendirin. Yani, çok önemli, önemli, az önemli gibi. Bu hedefleriniz, uzun vadeli hedeflerinize ulaşmanızı sağlayacak mı? Bunu düşünün. Gelelim kısa vadeli hedeflere. Mesela, 3 ay sonunda neleri daha iyi yapabilirim? Düşünün. Bu matematikte bir konu olabilir. Aile ilişkinizi düzeltmek de olabilir. Her bir hedefinizin, ileri düzeydeki hedeflerinize katkısı olup olmayacağını kontrol edin.

Hedeflerinizi belirledikten sonra artık eylem planlarınızı yapabilirsiniz. Her bir hedef için yapılacak doğru planlar, sizi başarıya götürecektir. Kısa vadeli bir hedefe örnek verelim.

Hedef: “Gelecek hafta yapılacak matematik sınavında başarılı olmak.”
Eylem: 1.Verilen alıştırmaları çözmek
2. Önceki alıştırmaları tekrarlamak
3. Her gün 1 saat matematik çalışmaya ayırmak
4. Anlamadığım noktaları ….'ye veya öğretmene sormak
5. Hafta sonu yarım günümü matematik çalışmaya ayırmak
6. En iyi sonucu elde etmek için elimden geleni yapmak, başaracağına inanmak
7. Sınav esnasında, zamanını iyi yönetmek

Ne dersiniz! Yukarıdaki eylemler, matematik sınavından başarılı olmayı sağlar mı? Bence sağlar. Her hedef için bir tablo hazırlamak da mümkün. Tabloda bazı noktaları daha net görmek mümkün olur çoğu zaman.

HEDEF BELİRLEMEDE ÖNCELİKLER

Sınavlarda başarılı olamayan çocuklarımızı değerlendirirken ve eleştirirken daha gerçekçi nedenler bulmamız gerekecek. Öyle ya; başarısız olan çocuklarımız. Ancak başarısızlığın nedenlerini sorguladığımızda, çocuklarımızın dışında birçok etkenin var olduğunu görüyoruz.

Yeni dönemin başladığı şu günlerde, en önemli başarı faktörlerinden olan, “hedef belirleme ve eylem planı hazırlama” üzerinde duracağım. Konuya girmeden önce, herkesin kafasında dolaşan bazı sorulardan bahsedeceğim. Çocuğu bu sene dershaneye göndersek mi? Gönderirsek hangisini seçmeliyiz? Ya özel ders durumu ne olacak? Eksik dersleriyle ilgili hangi öğretmenlerden ders aldırabiliriz? Bütçemizi aşacak ama nasıl yapacağız?

Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak, sanki asıl sorulması gereken sorular sorulmuyor gibi. Mesela; benim çocuğumun bir hedefi var mı? Nasıl bir yaşam istiyor? Ne iş yaparsa, mutlu ve başarılı olur? Ve hatta ekonomik olarak güçlü olur? Yaşama hazırlanırken, sadece bu sınavı kazanması yeterli mi? Ya sonrasında? Biz neleri daha farklı yapabiliriz? Bu sorular sorulmadığındandır ki; her yılsonunda, her sınavın ertesinde, büyük hayal kırıklıkları ve çaresizlikler yaşanmaktadır. Bütün bu olumsuz durumların yaşanmaması içindir ki, aşağıda aktaracağım konularda tüm ailelerin ve öğrenci kardeşlerimin dikkat etmesi ve önerilen uygulamaları yerine getirmesi gerekmektedir.

Öncelikle çıkış noktamızı hayallerimiz üzerine odaklayacağız. Küçüklüğünüzden beri yapmak istediğiniz yada olmak istediğiniz bir şey var mı? Düşünün. Bir hayaliniz. Herkesin mutlaka bir hayali olmalı. Ama ben küçüklüğümüzden bahsediyorum. Çünkü; ben yaşamı; “Hayallerin hedefe, hedefin de gerçeğe dönüştüğü bir yolculuk” olarak görüyorum. İşte bu yüzden önce hayallerinizi bir sorgulayın. Bütün hazırlığı hayalleriniz üzerinden yapacağız.

Eğer yaşamla ilgili bir vizyonunuz, yani ulaşmayı düşündüğünüz bir yer varsa, hayallerinizi, anlamlı çabalara ulaştıracak hedeflere dönüştürebilirsiniz. Hedefini belirlemiş olmak bir ayrıcalıktır. Yaşam anlamlı hale gelir. Hedef belirlemek kolay bir iş değildir. Hedefinizi belirlediğinizde, sizi boğan sisler dağılıverir. Güneşin pırıl, pırıl aydınlattığı bir yolda yürüyüşe çıkmaktır gerisi. Hele bir de tutkuyla bağlandıysanız hedeflerinize... Ama nasıl? Bunun için kendinize bazı sorular sormalı ve yanıtlarını bulmalısınız. Şuandaki hayatımdan memnun muyum? Değilsen olmak için ne yapmalıyım? Nasıl bir yaşam istiyorum? Ne kadar zaman içinde istiyorum? Ne için yaşıyorum? Biliyorum; bir genç hatta bir çocuk için bu sorular ağır gibi görünüyor. Ancak, bu soruların yanıtları bulunmadan hazırlanılan bir sınav, okunan bir okul, çalışılan bir iş ve yaşanan bir yaşamın anlamı olmayacaktır. Çünkü elinizde bir “pusula” olmayacaktır. Pusulası olmayan bir geminin gideceği yer belirsizdir. Oysa, bir pusula ile gidilecek yer belli, gitme süresi belli, yolda karşılaşılacak engeller belli olacaktır. Dolayısıyla sadece sınavda başarılı olmaktan bahsetmiyorum. O gidilen yolda bir engel sadece. Önemli bir engel ama tek engel değil. Çocuklarımız ve gençlerimiz ve hatta ailelerimiz bu engeli aşınca, yolun düzeleceğini düşünüyor olabilirler ama değil. Ve inanın daha birçok engel bizleri ve çocuklarımızı bekliyor olacak. Bir pusula ve bir harita ile yaşamı daha anlamlı yaşamak mümkün olacaktır.

TÜRKİYE’DE GELECEĞİ YÖNET(EME)MEK

ÖSS yerleştirme sonuçları açıklanıyor. Ne yazık ki, her yıl olduğu gibi bu yıl da, bir yere yerleşemeyen öğrenci arkadaşlarımın durumu, beni fevkalade üzüyor. İşleri artık profesyonel öğrencilik olan bu arkadaşlarımın, gayretlerinin karşılığını alamamanın verdiği hayal kırıklığı ve sosyal çöküntünün üstesinden gelmeye çalıştıklarını gördükçe destek olmaya çalışıyorum. Kendilerini toparlasınlar ki, yeni hedef belirleyerek, tekrar yol koyulacaklar. Çünkü birçoğunun okumaktan başka çaresi yok.

Bir yerlerde yanlışlık var. Birkaç yıl üst üste bütün şartları zorlayarak çaba sarf eden ve üniversiteli olmaya çalışan ancak mutlu sona ulaşamayan arkadaşlarımız nerede yanlış yapıyorlar acaba? Peki bu yanlışlığın oluşmasından sadece kardeşlerimiz mi sorumlu? Eğer tek sorumlu onlarsa, onları eleştirmekte belki haklısınız. Ama ya değillerse!... Bence değiller. Neden olmadıklarını açıklayacağım şimdi.

Her şeyden önce genetik bir durum sözkonusu. Çocuk dünyaya gelirken, anneden ve babadan aldığı genleri taşıdıklarından ne kadar sağlıklı, güçlü ve hatta zeki oldukları burada kodlanmış durumda. Siz ne yaparsanız yapın, üzerine yeni formül yazamıyorsunuz. Bunun zengin olmakla yada çok ilgili olmakla ilgisi yoktur. Tabii ki bunların etkisi var ancak tek unsur değiller. Bunu neden söylüyorum? Tanıdığım bazı aileler, bütün imkanlarını ve zamanlarını çocuklarına ayırdıklarını söylemelerine rağmen çocuklarının hala başarısız olduğunu dile getiriyorlar. İşte bu yüzden, başarılı olmanın şartlarından biri, genetik olan zeka düzeyi ile ilgili.

Ardından; öğrencinin nasıl bir aile ortamından geldiği, başarısını etkiliyor. İlgi, sihirli kelime. Evdeki huzur ve aile içi iletişim ortamı, çocuğun yada gencin başarısına doğrudan etki yapar. Hele bir de önlerinde “örnek” teşkil edecek bir başarı varsa, bu bir motivasyon özelliği taşır. “Onun gibi olmak” isteyen bir çok öğrenci, farkında olmadan başarıya ulaşmanın yolunu bulur.

Bir başka neden; kişinin yaşadığı coğrafya ve sahip oldukları imkanlardır. Hepimiz biliyoruz, imkanı az olup da azıcık yardımla çok iyi başarılar kazanan çocuklar gördük bu coğrafyada. Yada tersine, imkan bulamadığı için çok istemesine rağmen okuyamayan çocuklarımız var. Fırsat eşitliği yada eşitsizliği dediğimiz bu unsur, ne yazık ki başarıyı çok etkilemektedir.

En ağır ve en kötü nedeni de en sona bıraktım. Evet; eğitim sistemimiz. Ezberciliğe dayanan, sorgulamadan, araştırmadan uzak öğrenmeyi öğreten bu sistem, birkaç kuşağı heba etmiştir. Hala da etmektedir. Zeki beyinlerin, harcanıp gittiğine şahit olmak çok üzücü ve acıdır. Ve bu sistemin içerisinde görev yapmaya çalışan öğretmenlerimiz. Öğretmenlerimize düşkünüz, ellerinden öpüyoruz. 24 Kasım’da da olsa sevgi ve saygıyla bahsediyoruz. Ne zor şartlarda çalıştıklarını biliyor ve haklı mücadelelerinde destekliyoruz. Ama; yine de eleştiriyorum. Çünkü onlar da yetiştikleri gibi öğrenci yetiştiriyorlar. Derslerden korkarsak, daha çok çalışacağımızı düşünüyorlar. Ne kadar yanlış.

Bakın dostlarım; matematik küçük yaşlarda çocuklarımıza sevdirilip, yaşamlarına sokulmazsa; ezberci değil de araştırmacı, sorgulayan ve düşünen öğrenciler yetiştirilmezse; çocuklarımızın hayallerini, hedefler haline getirmesine izin vermediğimiz sürece, çocuklarımız; neden çalıştıklarını, neden üniversiteli olmaları gerektiklerini, neden kaliteli yaşamaları gerektiklerini bilmeyecekler. Bilmeyince de doğru davranışta bulunamayacaklar. Ve dostlarım; iş yine bize düşüyor. Çocuklarımızın başarısızlıklarına üzülmeyin. Nedenlerini sorgulayın ve engelleri kaldırın. Kaldırın ki; onlar da daha kolay başarılı olsunlar.

14 Ağustos 2008 Perşembe

NEDEN MARKALARIN %90’I BAŞARISIZ?

Marka oluşturma anlayışı, iktidar(lider) konumlarındaki insanların, kimliklerini vurgulamak amacıyla eşyalarına damga koydurdukları eski çağlara kadar uzanır. Ticaret geliştikçe, belli markalar kalite, tanınma, ilişki, mülkiyet ve güven gibi kavramların temsilcileri olarak ortaya çıkmıştır. Buradaki amaç, satın alma kararlarını kolaylaştırmak ve satışları arttırmaktır.

Marka oluşturma, 2 temel yapı taşından oluşur: Kurumsal imaj ve ürün imajı. Bunların her ikisi de birine kilit, diğerine anahtar diyebileceğimiz iki alt unsur içerir. Kilit, doyurulmamış bir gereksinimin söz konusu olduğu pazar segmenti; anahtar ise, o gereksinimin rakiplerinden daha iyi bir şekilde karşılanması amacıyla yaratılmış olan ürünün imajıdır.

BİR MARKA OLUŞTURMAK

Bir marka oluşturmak için aşağıdaki 10 adımlık süreci uygulamalısınız:

  1. Adım: Bir SWOT Analizi yapın...
  2. Adım: Pazarınızı tanımlayın...
  3. Adım: Şirket genelindeki kilitleri tanımlayın... İşletmenizin, rakiplerinden daha iyi karşılayabileceği türden gereksinimlerin söz konusu olduğu pazar segmentlerinin hangileri olduğunu belirleyin.
  4. Adım: O pazarda nasıl tanındığınızı saptayın... İşletmenizin o pazarda herhangi bir imajı var mı? Varsa nasıl? Basit bir araştırma: Yani insanlara, işletmenizi düşündüklerinde akıllarına ilk gelen kavramların neler olduğunu sormak nasıl algılandığınızı görmenize yardımcı olur.
  5. Adım: Kurumsal düzeyde anahtar yaratın... Ya pazarda yeni olduğunuz ya da var olan imajınızın işe yaramadığı için bir kurumsal imaj yaratmanız gerekiyor olabilir. Bunun için öncelikle misyon bildirinizi oluşturmanız gerekmektedir. Şu noktalara odaklanın. (A) Güçlü yönlerinizi kullanarak hedefleyebileceğiniz en kazançlı kilitlerin yada pazar segmentlerinin hangileri olduğunu saptayın. (B) Bu segmentlere şirketinizin ne yaptığını açıklıkla anlatın. (C) Şirketinizin diğerlerinden farklı kılan unsurları ve sizinle iş yapmanın müşterilerinize sağlayacağı yararları açıkça belirtin.
  6. Adım: Kurumsal kimlik yaratın... İsim, logo, renk, yazı tipi boyutu ve kurumsal slogan.
  7. Adım: Ürün kilitlerini saptayın... Ürün ve hizmetlerinizin her biri için henüz doyurulmamış, sizin karşılayabileceğiniz gereksinimlerin söz konusu olduğu hedef pazar segmentlerinin hangileri olduğunu saptayın.
  8. Adım: Ürün anahtarları yaratın... Her ürün için farklı anahtarlar yaratın ama kopya etmeyin. Farklılık rekabeti en aza indirir. İmajınızla yarattığınız beklentiyi karşılamak için ne gerekiyorsa yapmanızı sağlar.
  9. Adım: Anlatın...
  10. Adım: Sonuçları ölçün ve inceleyin... Uygulama sonuçlarının ölçülmesi ve incelenmesi, neyin işe yarayıp neyin yaramadığını ve bu nedenlerini görmek açısından gereklidir.

    Ne dersiniz! Çok zor görünmüyor değil mi? İşletmelerimizin %90’ı, kendilerinin birer marka olduklarını söyleseler de, aslında sistematik olarak yukarıda yer alan maddelerin hepsini uygulayan işletme sayısı azdır. Ekonomik depresyon geçirdiğimiz bu günlerde, belki de yeniden yapılanmanın ve radikal değişikliklerin zamanı gelmiştir.

    Sızlanmadan vazgeçip, şapkanızı önünüze koyun ve gerekiyorsa (bence gerekiyor) bir uzmandan destek alarak, bu kriz ortamından en kazançlı çıkın.

MÜŞTERİ SADAKATİ YARATMAK

Günümüz koşullarında, iki insan arasında olması gereken ancak her zaman başarılı bir şekilde oluşturulamayan “sadakat”in, bir de müşterilerimiz için olanı var ne yazık ki. Çünkü, değişik nedenlerle müşteriye güven duyulmaması, temkinli olunması gerektiği, ticarete başladığımız ilk günlerde beynimize kazınmıştır. Sattığınız ürün ya da hizmet ne kadar kaliteli, ne kadar ucuz olursa olsun, müşteri her zaman daha ucuza ve hatta daha kaliteliye yönelme eğilimindedir. Bu da oldukça büyük risk anlamına geliyor aslında. Siz indirim yaptıkça, daha da indirim istemekte, servisiniz ne kadar müşteri odaklı olursa olsun hep bir şeylerden şikayet ederek, sizden aldığı hizmetin daha fazlasını talep etmeye çalışır.

Bu aşamada, yapılan satışın ve bu satışı yapan satışçının özellikleri ön plana çıkmaktadır. Başarılı bir satış, ürünlerle yada hizmetlerle değil, ilişkilerle ilgilidir. Öyle ya; müşterinin sizin sunduğunuz ürün ya da hizmeti en azından aynı fiyata veya kalitede bir başka firmanın satış elemanında da alabilir. Burada önemli olan, satışı yapan insanın tavır ve davranışlarıdır. Çünkü satış; teknik olmaktan çok kişisel, zihinsel ve duygusal bir eylemdir. Satış yöneticisinin bakış açısı, enerji ve becerisinin müşteri gereksinimleri ve hedefleri ile uyumu kazanmanın ön koşuludur. Hele bizim gibi duygularını, mantıklarından daha çok kullanan, bir basit ürünü bile satın alırken, eşine dostuna sorarak, alış veriş yapan bir toplum için bu çok daha önemli hale gelmektedir. Fayda maliyet analizi yaparak girişilen bir ticari ilişki ne yazık ki çok azdır. Aslında sorduğunuzda, hemen aykırı yanıtlar alırsınız. Mutlaka bu analizi yapıyordur insanlarımız. Ama karar aşamasına gelindiğinde, her ne oluyorsa, son sözü ya başkası söylemekte yada duygusal bir karar verilmektedir. O yüzdendir ki, pazarlama ve satış teknikleri artık, “İlişki Yönetimi” kavramı içerisinde yer almaya başlamıştır. Farklılık, insandadır.

Aşağıda, satış yöneticileri için en iyi 6 özelliğinin neler olduğunu göreceksiniz:

1- Tutku ve inanç: İnanç, ikna becerisinin en güçlü aracıdır. İnancınız duygularınıza ve duyularınıza yansır. İnandığınız şeyi, tüm bedeninizle anlatır ve yaşarsınız. Kendine inanan, işine inanır. İşine ve firmasına inan ise, satmaya çalıştığı ürüne ya da hizmete inanır.

2- Etkin dinleme becerisi: Tüm iletişimin, %40’ı dinlemeden, %35’i konuşmadan, %15’i okumadan ve %9’u ise yazmadan oluşur. Bu olması gerekendir. Ancak, ortalama bir satış yöneticisinde ve hatta bir insanda, dinleme verimliliği %25’te kalır ve tüm iletişimin %70’i yanlış anlaşılır. Dinleme becerisi, satış işinde çalışanlar için yaşamsal önem taşır. Bilinçli ve etkin bir dinleme, karşınızdaki kişinin yerine geçmenizi sağlar.

3- Empati kurma yetisi: Müşterilerinizin gereksinimlerini açık seçik ifade ettiğinizde, müşteriniz kendisiyle ortak bir algılamaya vardığınız görür ve size güvenir. Bu yakınlık saygıyı doğurur. Size güvenen rahatlar ve açılır. Etkin dinlemenin ardından gerçekleşecek bu durum ancak empati kurma yetisi kuvvetli bir insan tarafından gerçekleştirilebilir.

4- Profesyonel yaklaşım: İletişimi resmi düzeyde başlatıp, devamında kurulacak empatik ve hatta sempatik yaklaşımla ilişki yönetilmelidir. Çok zor durumda kalınırsa, gayri resmi iletişim düzeyini, müşterinizden kazanmalısınız. Müşterinizin izin verdiği kadar ilerlemelisiniz.

5- Soru sorma stratejisi: Bilgi edinmek mi istiyorsunuz? Mutlaka açık uçlu sorular sorun. Müşteriyi belirli bir sonuca mı yöneltmek istiyorsunuz? Bunun için kapalı uçlu sorular sormalısınız. Satış görüşmenizi, 2 yada 3 açık uçlu soru ile başlatın. Ardından 2 yada 3 kapalı uçlu soru ve son olarak da etkileyici bir soru sorun.

6- Ne alabileceğinize değil, ne verebileceğinize odaklanabilmek: Satış görüşmesinin odağında satış yapmanın değil, müşteri gereksinimlerinin karşılanması olduğu unutulmazsa, satış yapma olasılığı artar. Bunun için, hem dile getirilen hem dile getirilmeyen gereksinimleri duymanız gerekir. Eğer yeterince yakından dinlerseniz, müşterinin ne istemediğini duyarsınız. Müşteri sadakati yaratmanın en kritik kısmı, müşteri beklentilerinin aşılmasıdır.

Evet! Sıradaki sorun şu: “Müşteri Sadakati” kurulduktan sonra ne olacak? Ne mi olacak? Tabii ki, öncelikle bu sadakatin korunmasına yönelik faaliyetlerde bulunulacak. Ardında, bu müşterilerin de referansıyla yeni sadakatli müşteriler oluşturmaya çalışılacak.

MOTİVASYONU SAĞLAYAN ARAÇLAR VE TEKNİKLER

Sizlere bu yazımda, dış motivasyon araçları ve etkilerinden bahsedeceğim. Bu başlıklardan birçoğu, örgütsel(kurumsal) motivasyonu sağlayan unsurlar olarak değerlendirilebilir.

1) TAKDİR VE ÖDÜLLENDİRME
İyi yapılan şeylerin onaylandığını ve sürekli olmasının beklendiğini göstermek için takdir ve ödüllendirmenin yapılması önemlidir. Bazen bir teşekkür etmek, bazen somut bir hediye vermek olabilir bu.

2) GÜVENDE OLMA HİSSİNİN GELİŞMESİ
Bireyin kendisinin ve çevresindeki önemsediği kişilerin güvende olduğunu, onları ve kendisini koruyabileceğinin bilinmesi de motivasyon unsurudur.

3) İTİBAR VE SAYGINLIK GÖRME
Kendini gerçekleştirme aşamasına yaklaşan bireyin, dıştan gördüğü itibar ve saygınlık üst düzey motivasyon aracıdır.

4) MOTİVASYONDA PARANIN ROLÜ
Sadece işletmelerin çalışanları motive etmek için değil, babanın çocuğuna karşı kullandığı en güçlü silah paradır. Para bir işletmeye yetenekli personel almada ve onları daha zorlu çalıştırmakta kullanılır. Aynı zamanda da çalışanların fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada ve saygınlığı sağlamada etkili olabilir.

5) KATILIM
Sosyal yaşamda yada iş ortamında bir şeye ait olmak yada bir ekibe dahil olduğunu bilmek önemlidir. Katılım sonucunda birey, kendine saygı ve tanınma gereksinmelerini tatmin edebilecektir. Organizasyonda iş görenlerin konferanslara, komite çalışmalarına, hatta işin kendisi ile ilgili olan yönetsel kararlara katılması iş göreni işine daha bağlı yapar ve böylece de motivasyonu artar.

6) YETKİ VE SORUMLULUK VERME
Yetki ve sorumluluk sayesinde iş gören eylemlerinde özgürlük kazanır, sorumluluk yüklenir ve gereksinmelerini giderebileceği davranışlara yönelebilir. Ayrıca yöneticinin giderek artan sorumlulukları ve denetim yükü de bazı yetki ve sorumluluklarının astlarına devredilmesiyle azalabilir. Aile içinde yada toplumda da alınacak sorumluluğu yerine getirebilmek önemlidir.
Kişilerde motivasyonun artması için denetimin minimumda kalması ve iş görene olan gereksinmenin ona belli edilmesi gerekir.Ayrıca bireyi motive edecek ve kendini gerçekleştirmesini sağlayacak yorumlar yapılmalıdır.

Çalışanlara işlerinde tanınan özgürlük onların motivasyonunun artmasına neden olur. Bunun tersine yönetimin çalışanlar üzerine çok fazla kontrolünün olması onların motivasyonunu düşürür ve işten tatminsizliğe neden olur.Çalışanlar için her hareketlerinin denetmenler tarafından kontrol edilmesi aşağılayıcı bir durumdur.
7) YÜKSELME(TERFİ)
Yükselme tam anlamıyla motivasyonel bir araç olarak değerlendirilir. Bu çalışanın gösterdiği başarıya karşılık bir ödüldür. Yükselmenin gerçekleşme nedeni kişinin takdir edilme, saygı görme ve kendini gerçekleştirme ihtiyacını bir sonucudur.

8) EĞİTİM VE GELİŞİM İMKANI
Eğitim çalışanların motivasyonu için yöneticilerin kullanacağı önemli bir araçtır. Yeni bilgilerin sunulması, davranış ve tutumların değişiminin sağlanması ve iş görenlerin tatminini sağlaması açısından eğitim çok önemlidir. Organizasyonun yeni bilgilere ihtiyaç duyması verimliliğini arttırma amacından kaynaklanır.Kendilerine yeni bilgiler sunulan ve eğitilen çalışanlar ait olan, sevgi görme, ilgilenilme gibi sosyal içerikli ihtiyaçlarını karşılanabildiğinin de göstergesidir.

9) REKABET
Rekabet; hem örgüt içerisinde hem de sosyal yaşamda ilginç bir motivasyon aracıdır ve etkisi inanılmazdır. Bireyin rekabete yönelmesinin temel nedeni saygı görme, tanınma ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarının bir görüntüsüdür.

10-) KURALLAR VE CEZALANDIRMA
Sosyal yaşamda varolan yazılı ve yazılı olmayan kurallar ile örgütün işe ve işleyişe ilişkin olarak koydukları örgütsel kurallar, rol belirlemeleri ve örgütsel buyruklar biçiminde ortaya çıkar ve yasal oldukları için benimsenirler. Ayrıca, adil olma, davranma söz konusu olduğundan ara sıra şikayet edilse de, benimsenirler.

MOTİVASYON TÜRLERİ VE ETKİLERİ

Kendinizi iki şekilde motive edebiliriz:

1- İç motivasyon
2- Dış motivasyon

İç motivasyon

İç motivasyon; sizin ihtiyaçlarınız, beklentileriniz, inançlarınız, ‘o’ nu yapma nedeniniz, zevkleriniz, hedeflerinizdir… İç motivasyon, sizin motivasyonunuzdur, sizin değerlerinizi, sizin hedeflerinizi, sizin isteklerinizi içerir. Sizi asıl harekete geçirecek olan da budur.

Yaptığınız şeyin “SİZ” istediğiniz için yapıldığını ve bunun için öncelikle siniz kendinizi motive etmeniz gerektiğini bilirsiniz.

Bir şeyi kendiniz istediğiniz için öğrenirseniz ya da yaparsanız, daha çok çalışır, daha tutarlı olur, daha iyi öğrenir, başarmak için farklı yollar denersiniz. Öncelikle mutlaka içsel motivatörleriniz olmalıdır. Hedefinize ulaşmanızı sağlayacak inancınız, harekete geçmeniz için cesaretiniz… Çünkü: İçten motive olan kişi düşünceyi eyleme dönüştürür: Hedeflerini belirler ve onlara ulaşmak için harekete geçer. İçten motivasyonda en önemli unsurlardan birisi İNANÇ’tır. “Bu hedefe ulaşabileceğime inanıyor muyum?”

Kendinize inanmanız için önce kendinize güvenmeniz gerekir. Öz güveni olan insanlar güçlüklerle mücadele ederler, problemlere çözüm üretirler. Kendilerine inanırlar. Ne olursa olsun, işin peşini asla bırakmayacak cesareti kendilerinde bulabilirler. Ayrıca şunu eklemekte de fayda var, güven eksikliği aslında yararlı hiçbir şey üretmeyen olumsuz düşüncenin ürünüdür. Zihin uğraşacak bir şey bulamayınca kendisiyle uğraşmaya başlar ve genelde bunu olumsuz şekilde yapar. Kendi enerjimizi farkında olmadan kendimizin düşürmesine neden olur.

Çoğu insan 'istatistik insanıdır.' Doğar, kayıtlara adı geçer, yaşar ve ölür. Sadece istatistiklerde adına rastlarsınız. Hayatta belli bir amacı yoktur. Bundan dolayı da ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini asla motive etmezler, edemezler. Zaten ihtiyaçları yoktur. Onlar sadece nefes alış verişlerini engelleyecek durumlarda harekete geçerler. Yani acıdan kaçmak için harekete geçerler.

Oysaki bir hedefiniz varsa, sabah yataktan kalkışınız bile değişir. “Bugün hedefime bir adım daha ulaşabilmek için ne yapabilirim?” sorusu zihninizde ve hatta damarlarınızda dolaşır. Daha enerjik ve daha pozitif olursunuz. Çünkü artık geminizi ulaştırmanız gereken bir limanınız vardır.

Dış motivasyon

Adı üzerinde dıştan gelen motivasyondur. Bir işi ödül için ya da cezadan kaçmak için yapmanız gibi… Ya da sizi etkileyen insanların hedeflerini ve isteklerini yerine getirerek onların mutlu olmasını sağlamak gibi... Görüldüğü gibi, dış motivasyon kişinin dışından kaynaklanır, çevreden gelen bir pekiştirme ya da ödüllendirme ile bir şey yapmasını sağlar. Etkisi geçicidir. Yapılan davranışın kalıcılığı ve yoğunluğu düşüktür.

Dış motivasyon başlıklarını sayıp, haftaya daha detaylı etkilerini inceleyeceğiz.

Para, yetki ve sorumluluk, terfi, eğitim ve gelişim imkanı, grup çalışması vs.

Son Söz : “Motivasyon akıldan çok kalbin işlevidir.”

11 Temmuz 2008 Cuma

MOTİVASYON VE BEKLENTİLER

Yazıma tarihe ismini altın harflerle yazdırmış olan, boksör Muhammed Ali’nin bir sözüyle başlamak istiyorum. Diyor ki Muhammed Ali: “Antrenmanların her dakikasından nefret ediyordum. Fakat kendi kendime “vazgeçme” dedim. Şimdi sıkıntı çek ve hayatının geri kalanını bir şampiyon olarak yaşa.” İlginç değil mi?

Aslında değil! Bizi harekete geçiren en temel güç, beklentilerimizdir. Verdiğimiz çabanın sonunda elimize geçecek olanlardır. İstediğimiz, beklentimiz olan şey ne kadar güçlüyse o kadar fazla çaba gösteririz. Motivasyon üzerine yazılan kuramlardan biri olan Vroom’un “Bekleyiş kuramı”nda, kişilerin belirli yönde motive olabilmeleri için harekete geçmelerini sağlayacak dürtü, kişinin o ‘şey’i elde etmek için gösterdiği istek ve o ‘şey’in gerçekleşme konusundaki beklentisine bağlıdır. Yani;

İsteme Derecesi x Beklentiler = Motivasyon Düzeyi’dir.

Kişiden kişiye beklentiler değişir. Beklentilere göre de, isteklerin derecesi farklılık gösterir. Dolayısıyla, kişiden kişiye motivasyon unsurları değişir. Yapılan bir araştırmada; insanlara sorulmuş:

Sizi Ne Motive Eder?

Farklı yanıtlar gelse de, genel olarak 2 ana başlık altında değerlendirmek mümkün. Bunlar:

1- Sonunda başarıyı elde etmeyi bekleyenler (%40'ın altında)
2- Sonunda cezadan kurtulmayı bekleyenler ( %60'ın üzerinde)

Buradan şöyle sonuç çıkarmak da mümkün tabii… Havuç için mi yoksa sopadan korunmak için mi mücadele veriyoruz?

İnsanlar hem ödüle kavuşmak hem de acıdan/cezadan kaçmak için bir işi yapmayı tercih ederler. Öncelikle belirtmek gerekir ki, iki türlü de motive oluruz. Aynı zamanda bir tanesi ağırlıklı olarak işleri yapmamıza neden olur. Ya ödüle kavuşma arzusu ya da acıdan/cezadan kurtulma isteği. (İnsan sevdiği konuda çalışırken ödüle, sevmediği konuda çalışırken cezaya odaklanır.) Hayatta çok az insan hazza yönelir. İnsanların muazzam bir kısmı acıdan kaçmak için kendilerini motive ederler.

Kimileri kendilerini daha çok para kazanmayı düşünerek, kimileri iyi bir statü elde etmeyi hedefleyerek, kimileri güç elde etmeyi isteyerek, kimileriyse hedeflerine ulaşarak kendilerini daha mutlu daha huzurlu hissetmeyi düşünerek motive ederler. Bunların hepsi hazza yöneliktir.

Bir diğer örnek ise Edison’dur. Edison’un aslında karanlıktan korktuğu için elektriği icat ettiğini neredeyse bilmeyenimiz yoktur. Yada yumurta kapının ağzına geldiğinde, sabahlara kadar ders çalışan öğrenciler vardır, değil mi?

Hangimiz yapmadık ki!...

NEDİR BU MOTİVASYON DEDİKLERİ?

Motivasyon kelimesi Latince "movere" , yani "hareket ettirme, hareketlendirme" kelimesinden gelmektedir. Psikolojik bir olgu olan motivasyonun değişik açılardan ele alınmış olması bir çok tanımının yapılmasına neden olmuştur. Ancak, benim en çok benimsediğim tanımı; “motivasyon, bireyin harekete geçmesi ve belli bir hedefe ulaşabilmesi için gerekli olan arzu ve isteğe sahip olması” dır.

Bu tanımın içerisinde, motivasyon kavramının temelini oluşturduğunu düşündüğüm 3 ana faktörle karşımıza çıkar :

Ø İnsan davranışını tetikleme
Ø Bu davranışı yönlendirme
Ø Bu davranışı sürdürme

İnsan davranışını tetikleme, insanın içinde onu çeşitli şekillerde davranmasını sağlayan güçler (güdüler) ve bu güdüleri harekete geçiren çevresel faktörlerle ilgilidir. İkinci faktör, belli bir hedefe yönelme ile ilgilidir. Üçüncü faktör ise ilk iki faktöre bağlı olarak, bireyin davranışını sürdürmesi ya da sürdürmemesi ile açıklar. Bu üç faktör de bir bireyi, analiz etmemiz ve onu anlamamız açısından anahtar teşkil ederler. Zaten bilimsel olarak da tanımlanmış motivasyon teorileri de bu üç faktör üzerinde yoğunlaşır. Ama ben bu teorilerden bahsetmeyeceğim.

Peki; motivasyon bu kadar önemli mi? EVET! Özellikle yönetici, birey yada çalışan, aile yada arkadaş çevresi açısından oldukça önemlidir. Çünkü:

1) Motivasyon, performansı doğrudan etkiler. Organizasyonel hedeflere ulaşmak, ancak motivasyonu yüksek çalışanlarla mümkün olacaktır. Bunu da tüm yöneticiler bilir.
2) Davranışların başlatılmasını, yönlendirilmesini ve sürdürülmesini sağlar. Bir nevi bizim itici gücümüzdür.
3) Bütün kaynaklarımızı amacımız doğrultusunda kullanmamıza olanak tanır.

Bizim millet olarak ortak bir özelliğimiz vardır. Çabuk gaza geliriz. Buna bazılarımız, motivasyon tanımı içerisinde yer verse de, ben aynı açıdan değerlendirmiyorum. İşlerimize Türk gibi başlayıp, Türk gibi bitiriyoruz ne yazık ki. Nasıl mı?

Bir işe girişirken “Allah, Allah!...” diye başlıyoruz. Bir heves, bir heyecan. Ama bir ara, engelle karşılaşma ihtimalimiz belirince “İnşallah, biter” diyoruz. Ardından, sonlara da doğru, sıkılmış ve bunalmış bir şekilde, “Kısmet değilmiş” diyerek, ilk zor engelde su koyuyoruz. Karşımıza çıkan engeller karşısında heyecanımız kayboluyor, kafalar karışıyor ve projeler bir başka bahara kalıyor. Örnek mi? İşte size örnek; verilemeyen kilolar, kazanılamayan okullar, biriktirilemeyen harçlıklar, başlanılamayan işler…

Güzel bir söz vardır: “Bir işe Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek.” Bizler bir işe girişirken, inanılmaz heyecanla, şevkle dolarız. Planlar, proğramlar, vizyon, misyon hepsi kafamızdadır. “Haydi, Bismillah…” deyip başlarız. Almanlar da (Batılılar da diyebiliriz genel olarak) durum vaziyet ne olursa olsun istikrarlı bir şekilde sonuca varana kadar devam ederler. Böylece başladıkları işi sonuçlandırırlar.

Peki, bizler!

Gaza gelmek yerine kendimizi nasıl motive edebiliriz?

27 Haziran 2008 Cuma

YÖNETİCİ Mİ? LİDER Mİ?

Bu paylaşımımızda “yönetici” ile “lider” kavramları üzerinde duracağız.

Yönetim, bireylerin gereksinimlerini gruplar tarafından yapılan faaliyetler yoluyla karşılamaya çalışması sonucu ortaya çıkar. Bu yolla, hem grubun hem de bireyin amaçlarının gerçekleşmesi kolaylaştırılmış olur. O halde, yönetim, gerek bireylerin, gerekse toplulukların belirli türden amaçlarının gerçekleştirilebilmesini kolaylaştırmaya yönelik bir faaliyettir.

Peki; yöneticilik işi, sağduyuya ve sevgiye dayalı bir sanat mıdır? Bir insanın çalışmak yoluyla elde edebileceği birtakım yetenek ve becerilere bağlı bir iş midir? Bir bilim dalı mıdır? Yoksa bunların hepsinin karışımı denilebilecek bir konu mudur?

Yöneticileri değerlendirmede uzun yıllar 2 temel kriter kullanılmıştır: Bunlardan birincisi yöneticinin kişiliği ile ilgili olması. İkincisi ise; kararların alınış tarzı ve karar almada kullanılan yöntemlerin etkinliğidir. Daha sonraları; bir yöneticiye düşen işin, bir iş yerinde kendisine bağlı elemanlar grubu ile diğer elemanlar arasında yaklaştırıcı ve bağlayıcı ilişkiler kurmanın önemi savunulmaya başlanmıştır.

Bir yöneticiye düşen iş; gerek kuruluşun, gerekse görevli kişilerin amaçlarının gerçekleştirilebilmesine yardımcı olabilecek bir hava yaratabilmektir. Bunu yerine getirebilmesi için bir yöneticinin ne gibi özelliklere sahip ve nasıl bir insan olması gerektiği hususunda bir yargıya varabilmek oldukça zordur. Bunların yanında, bir yöneticinin başarı sağlayabilmesi için kendi alanında bir miktar teknik yeteneklere sahip olmasının zorunlu olduğunu da hemen eklemem gerek.

Aşağıda, “İyi bir yönetici”nin özelliklerini bulacaksınız. Sizlerin, bu özellikleri okuyarak, kendinizin nerede olduğunuzu değerlendireceğinizi, bir sonuç çıkaracağınızı düşünüyorum.
1. İyi bir yönetici, hedeflerine ulaşmak için beraber hareket eden bir ekip kurma konusundaki kararlıdır.
2. Başkalarına öğrettiklerini gerçek yaşamda uygular ve herkese örnek olacak şekilde saygı görmeyi hak eder.
3. Büyük yöneticiler, yakın arkadaş olmazlar.
4. “Sevilenler” oyununu oynamazlar. Hak ve adil olma konusunda duyarlıdırlar.
5. Büyük yöneticiler, geleceğe yönelik vizyon geliştirirler.
6. Askıda kalan sorunlara yönelir ve hızlı bir şekilde sağlam kararlar alırlar.
7. Risk almayı teşvik ederler. Gelişmek için risk almak gerektiğine inanırlar.
8. Üst düzey insanları işe almada, eğitmede ve elde tutmada uzmandırlar.
9. İyi yöneticiler, değişimi sağlıklı bulurlar. Değişim, bir ofise heyecan katar. İnsanları coşturur.
10. İnsanlara, rahat olma ihtiyaçlarını kullanarak kişisel imgelerini değiştirmede yardımcı olurlar.

Liderlik; kısaca, insanları belli amaçlara yöneltme yeteneğidir. Lider ise, grup üyelerini bir araya toplayan ve onları grup amaçlarına güdüleyen insandır. Diğer bir deyişle, lideri, grup üyeleri tarafından izlenen kişi olarak da tanımlayabiliriz. Lider aynı zamanda; bir grubu belirlenen, istenen amaçlar doğrultusunda başarılı olmaya güdüleyen, yönlendiren, yönelten kişidir.

Lideri grup üyelerinden ayırmanın iki yolu vardır. Birincisi grup içerisinde kimin diğerlerinin üzerinde daha çok etkili olduğu, ikincisi ise üyelerden hangisinin diğer üyeleri belirlenen hedeflere yöneltmede daha etkili olduğudur.

Liderlerin en önemli özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.

1.Güçlü Kişilik Özellikleri
2.Üstün Organizasyon Yeteneği
3.Etkin İnsan Gücü Yönetimi
4.Yüksek Kurumsal Güç

Şimdi biraz daha detaya girerek, bu başlıkların ne demek olduğuna bakalım.

1. Güçlü Kişilik Özellikleri:
a. Açıklık,
b. Karizma,
c. Mücadele ruhu,
d. Yaratıcılık(Innovation),
e. Güven,
f. Nitelik ve bilgi,
g. İletişime, fikirlere ve değişime açıklık,
h. Tutku,
i. Çalışkanlık,
j. Güvenilirlik.

2. Üstün Organizasyon Yeteneği :
a. Yetki devri,
b. Ortaklarla çalışmak,
c. Hedef oluşturmak,
d. İnsan ve bilgi odaklı olmak,
e. Organizasyonu bütünüyle görebilmek,
f. Uzağı görebilmek,
g. Yetenek + Yetkinlik = Yeterlilik (Yetki Devri ),
h. Paylaşmak,
i. Paraya ve hiyerarşiye odaklı değil,

3. Etkin İnsan Gücü Yönetimi:
a. Çatışma yönetimi ve iletişim yeteneği,
b. Durumsal liderlik,
c. Motivasyon yaratma,
d. Yetenekleri açığa çıkartma,
e. Takım oluşturma,
f. Adil ödüllendirme,
g. Farklı bakış açılarını bir arada tutabilme,
h. Takım üyelerinin motivasyon becerisini arttırmak.

4. Yüksek Kurumsal Güç:
a. Yatay hiyerarşiyi oluşturmak,
b. Kurum aidiyetini sağlamak,
c. Toplam Kalite Duygusunu benimsetmek,
d. Müşteri odaklı düşünmek,
e. Rekabet gücü ve esnekliğe sahip olmak,
f. Değişime ve öğrenmeye açık olmak.

8 Haziran 2008 Pazar

YÖNETİM = KARAR VERMEK

Yönetim eşittir karar vermektir. Bir yöneticinin kararı, astlarına ve örgüte emir olarak yansır. Eğer bir yönetici karar veremiyorsa, emir veremiyordur. Emir veremiyorsa da, YÖNETEMİYORDUR.


Yönetim -----İş Yaptırma----1)Ne yapılacak?---2)Nasıl yapılacak?---3)Sonuç?


Yukarıda yer verdiğimiz “Yönetim Akışı”nda da belirtildiği üzere, yönetim, “iş yaptırma” becerisi ile özdeşleşmektedir. Bu beceriyi; etkin ve sonuca ulaştıracak 3 aşama mevcuttur. Bunlar; 1.) Ne yapılacak? (KARAR Aşaması), 2.) Nasıl yapılacak? (UYGULAMA Aşaması) ve 3.) Sonuç ne olacak? (KONTROL Aşaması). Bu aşamalar, “Yöneticiler” tarafından doğru takip edilmezlerse, etkin bir yönetimden bahsetmek mümkün olmayacaktır.

Yönetim kavramını açıkladıktan sonra, biraz da “Yönetici” kavramı üzerinde duralım. İlk aklıma gelen soruyu tartışalım isterseniz öncelikle. Yönetici ile Girişimci aynı kişiler midir? Farklıysa ne farkları vardır? Öncelikle “Girişimci” kavramını açalım. Günlük yaşantımızda girişimci(müteşebbis); işadamı, atılgan, tuttuğu işi başaran kimseler olarak anlaşılmaktadır. Aslında girişimci; emek, sermaye ve doğal kaynakları bir araya getirip birleştiren kimsedir. Yönetici ise; insan, makine ve para gibi değerli, fakat örgütlenmemiş kaynaklardan tam olarak yararlanabilen kişidir. Bir başka tanımla; yönetici; işletme içi ve dışı etkinlikleri kordine eden ve kuruluşa bağlı elemanları ortak bir amacı gerçekleştirebilmeleri yönünden özendiren, onlarda şevk uyandıran kimsedir. Yönetici tanımı yaparken en iyi yanıtı yine Mary Parker FOLLET’ten alıyoruz. Diyor ki, “Yönetici, başkaları aracılığıyla iş gören kimsedir.”

Peki; yöneticilerin farklı türleri var mıdır? Evet!... Birkaçından bahsedelim.

1.Kopuk Yöneticiler: Özenli, düzenli, tutucudurlar. Kesinlik, doğruluk ve yetkinlik ararlar. Hep düzeltme çabası içerisindedirler, iletişim becerileri düşüktür. Yaratıcılığa değer vermezler. Astlarına kişiler olarak değil, iş sisteminin parçaları olarak bakarlar.

2.Yetkici Yöneticiler: Tüm kararları kendileri verirler. Eleştirmeyi çok severler. Tehdit edicidirler. Acele eyleme geçilmesini, sonuçların hızla alınmasını isterler. Yaratıcılığa olanak vermezler. Görevi, en üst düzeyde tutarlar.

3.İlgili Yöneticiler: Kişiler önce gelir düşüncesindedir. Kişisel gelişimi ön planda tutarlar. Sessiz, mütevazı, duygusaldırlar. Astlarını daha iyi tanıma olanakları bulurlar. En önemli kişisel güçsüzlüğü duygusallığı ve diğerleri tarafından beğenilmeme, sevilmeme korkusudur.

4.Geliştirici Yöneticiler: Dinler, iletişim kanallarını açık tutar. Yol gösterir, yetenekleri geliştirir. Anlayışlıdır, destekleyicidir. Diğerleriyle işbirliği kurar. Diğerlerine güvenir, güvenilir.

YÖNETİM SANATI

“Yönetim bir sanat mıdır?”. Evet! Yönetim bir sanattır. Ancak bu sanat nasıl bir sanattır? Özellikleri nelerdir? İşlevleri nelerdir?

Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce Çiçero’un ünlü bir sözünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Demiş ki Çiçero: “Rastgele seçilen bir yönetici; kur’a ile seçilmiş bir gemi kaptanından farksızdır. Her ikisinin de sonu mutlak batıştır.” Ne dersiniz!.. Haklı olabilir mi?

Yönetimin tanımı ile başlayalım. Yönetim; “Organizasyon kaynaklarının etkin ve yeterli biçimde planlanması, örgütlenmesi, yöneltilmesi, ve denetlenmesi yoluyla organizasyon amaçlarına erişilmesidir.” Daha kısa bir tanımını eski yönetim bilimcilerden Mary Parker FOLLET yapmıştır. Yönetim için; “insanlar aracılığıyla iş yapma sanatıdır.” demiştir.

Bu yapılan tanımlar içerisinden “Yönetim” kavramının özellikleri ayıklayalım.
1.Öncelikle; yönetim faaliyetinde, insanın insanlarla olan ilişkisinde bahsedebiliriz.
2.Ayrıca; bir yönetim faaliyetinden söz edebilmemiz için, bir yönetici ile birlikte en az bir yönetilenin olması gerekmektedir.
3.Bir başka özelliği; yönetim faaliyetinin, bir veya birden fazla amacın gerçekleştirilmesine yönelik bir faaliyet olmasıdır.
4.Buna ek olarak; yönetim faaliyetinin belirlenen amaçlara ulaşması iş birliğini gerektirmektedir. Her yöneticinin işletme faaliyetlerinin paylaşılması noktasında iş bölümü yapmaları işletme yönetimi için gereklidir.

“Yönetim” kavramının genel özelliklerinden bahsettikten sonra, tanımda da açıkça belirtildiği üzere, planlama, örgütleme(kadrolama), organizasyon, yöneltme ve denetim işlevleri mevcuttur. Bu işlevleri şöyle açmamız mümkündür:
1. Planlama: Gelecekteki organizasyon şekli ve amaçları için gerekli görevlerin ve kaynakların kararlaştırılmasıdır.
2. Organizasyon: Yapılacak işlerin belirlenmesini ve bu işleri kimlerin yapacağının belirlenmesidir.
3. Kadrolama: İşletmede nerede, ne zaman hangi nitelikte iş gücüne ihtiyaç duyulacağının doğru olarak saptanmasıdır.
4. Yöneltme: Organizasyon amaçlarına ulaşmak için iş görenleri motive etmek harekete geçirme fonksiyonudur.
5. Denetim: Organizasyonun amaçlara ulaşıp ulaşmadığının ya da ne ölçüde ulaşıldığının saptanması ve düzeltici önlemlerin alınmasıdır.

STRATEJİK PLANLAMA SÜRECİ

“Kurumsal Farkındalık” yazımda, “Stratejik planlama” kavramı üzerinde durmuş ve şöyle tanımlamıştım: “Stratejik planlama, organizasyonun bulunduğu nokta ile ulaşmayı arzu ettiği yer arasındaki yolu tarif eden bir yol haritasıdır.”. Bu tanımın ardından, “Stratejik Planlama”nın bir sadece bir belge olmadığını, geleceğe yönelik bir süreç olduğunu vurgulamıştım. Bu sürecin ilk aşaması olan, SWOT Analizi’nden bahsetmiştim.

Her işletme(organizasyon), bu analizi yaparak, “Şuan ki” durumları görmeleri mümkün olacağını belirtmiştim. Peki süreç bu kadar mı? Hayır tabii… Sürecin devamında yapılacak başka adımlar da yer almaktadır. “Stratejik Planlama Süreci”nin bir sonraki adımında, “Nereye varmak istiyoruz?” sorusunun yanıtı bulmak gerekecektir. Bu aşamada; “Misyon ve Vizyon” kavramları önemlidir.

Misyon; var oluş nedenidir.” Misyon oluşturmanın şu önemli özellikleri vardır: Misyon;
1.Zorlayıcı, harekete geçiricidir ve tüm ekibin aynı amaca kendini adamasını sağlar.
2.Dikkatleri tek ve belirgin bir noktada toplayacak, açık, kısa, ilham verici bir cümleler tercih edilir.
3.Ekiplerin var oluş nedenlerini bilme gereksinimine yanıt verirler.
4.Yayınlanmış bir ifade ile açıklanır.

Misyon oluşturmada aşağıdaki soruların yanıtları aranır:
1.Kimsiniz?
2.Ne yapıyorsunuz?
3.Kim için yapıyorsunuz?
4.Niçin Yapıyorsunuz?
5.Sizi özel kılan nedir?

Misyonu oluşturduktan sonra, “Vizyon Belirleme” aşamasına gelir sıra.

Vizyon; ulaşılmak istenen yerdir.”. Bir gelecek duygusudur. Herkes tarafından paylaşılan bir vizyon, işletmeye ait olma duygusunu geliştirir, amaçların sürekliliğini sağlar. Bugüne ve geleceğe anlam katar, liderlere ve çalışanlara harekete geçme gücü verir.

Belirlenen vizyona ulaşmada bize güç verecek unsurlardan birisi; “Temel ve Etik değerlerimiz”dir. “Temel ve etik değerlerimiz; organizasyonumuzu bugüne taşıyan, bize ait, bizi tanımlayan özelliklerimizdir.” Bugüne kadar iş yapışımızı, ilişkilerimizi, başarımızı etkileyen en güçlü yönlerimizdir.

Ardından; Ana ve ara stratejilerin belirlenmesi, politika ve hedeflerin belirlenmesi ile “Stratejik planlama süreci”nin, “Nereye varmak istiyoruz?” aşaması gerçekleştirilir.

Bu sürecin devamında; “Gitmek istediğimiz yere nasıl ulaşırız?” sorusu vardır. Bu sorunun yanıtı ise; iş ve kaynak planlaması ile bulunabilir.

Stratejik planlama sürecinin son bölümünde ise, “Başarımızı nasıl izleyebiliriz ve ölçebiliriz?” sorusu gündeme gelmektedir. Yani; izleme ve ölçme-değerlendirme aşamasıdır. Çünkü, ölçülemeyen, kontrol edilemez. Kontrol edilemeyen de geliştirilemez yada değiştirilemez. Bu amaçla; raporlama ve performans göstergeleri kullanılması ön plana çıkar.

KURUMSAL FARKINDALIK

“Kurumsal Farkındalık” kavramını açıklarken ve sonuç ararken, “Strateji planlama” kavramından yararlanıyorum. “Stratejik planlama” teriminin çok değişik tanımları olsa da, benim en çok beğendiğim tanımı şöyle: “Stratejik planlama, kuruluşun(işletmenin yada organizasyonun) bulunduğu nokta ile ulaşmayı arzu ettiği yer arasındaki yolu tarif eden yol haritasıdır.”. Evet; ne dersiniz!... Size tanıdık geliyor mu? Çıkış noktamız belli yine, değil mi?

Ama öncelikle, “Stratejik planlama” konusunda birkaç şey daha söyleyelim. Stratejik planlama, günü kurtarmaya yönelik değildir, uzun vadelidir. Sonuçların planlamasıdır. Dinamiktir ve geleceğe yöneliktir. Dolayısıyla, değişimin planlamasıdır. Salt bir belge değildir. Stratejik planın hazırlanması, gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. Planın sahiplenilmesi ve eyleme geçirilmesi gerekir. Asıl olan stratejik plan belgesi değil, stratejik planlama sürecidir.

Özetle;
• Neyi,
• Ne zaman,
• Nasıl,
• Hangi kaynaklarla,
• Ne kadar maliyete yapacağız?
• Neleri kontrol edeceğiz?
• Hangi durumlarda nasıl tedbirler alıp, nasıl iyileştirmeler yapacağız?’ın planlamasıdır.

Stratejik planlama sürecinin ilk aşaması ise, mevcut durumun analiz edilmesidir. Bunu yaparken değişik analiz teknikleri olsa da, en geçerli olanı, SWOT Analizi’dir. Bizim, kişisel farkındalık için uyguladığımız KEFE Analizi’nin hemen hemen aynısıdır. Sadece aynı soruları işletmemiz için düşünüp, yanıtlamamız beklenmektedir bu analizde. “Nerdeyiz?” sorusunun yanıtını, soracağımız 4 soruyla bulabiliriz.
Hatırlayalım...
1.Güçlü Yönler (Strengths),
2. Zayıf Yönler (Weaknesses),
3.Fırsatlar (Opportunities)
4. Tehditler (Threats).

Swot Analizi’nde çıkacak veriler, işletmemizin, şuan ki yeri ile ilgili bilgileri içerecektir. Bu bilgiler ışığında, stratejik planlama sürecinin diğer aşamalarına geçmek mümkün olacaktır.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

BİREYSEL VİZYON

Yaşamımızın daha anlamlı, daha kaliteli olması amacıyla, geleceğimizi, bugünden belirlemenin önemi, hepimiz için kaçınılmaz sanırım. Bireysel vizyonumuz, yarınımızın bugüne izdüşümüdür, gelecekte olmak istediğimizin bu günden tasarlanmasıdır. Bireysel vizyonumuz, bize sadece ne olmak istediğimizi değil, bunu nasıl gerçekleştireceğimizi de gösterir, yani ilke ve değerlerimizi de içerir. Bu yüzden bireysel vizyonumuz yaşam felsefemiz ile de yakından ilintilidir. Buna karşın bireysel vizyonumuzu belirlemek için yaptığımız çalışmalar da yaşam felsefemizi etkiler. Eğer bir vizyonumuz yok ise, ulaşılabilecek hedeflerimiz de yok demektir.

Bu girişten sonra; sizlerle 2 varsayımdan bahsedeceğim. Lütfen üzerinde düşünün.

1. Varsayım: Şu anda 20 yaşındasınız. Bundan 50 yıl sonra, 70 yaşınıza geldiğinizde neler yapmış olmak isterdiniz? Bu öyle bir nokta olmalı ki geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu da yapmış olsaydım veya şöyle yapmış olsaydım.” dememelisiniz.

2.Varsayım: Bir an için kendi cenaze töreninizi (ya da anma gününü) göz önüne getirin. Törende dört kişi konuşma yapacağını varsayalım :
• 1. konuşmacı aileniz ve akrabalarınız arasından birisi.
• 2. konuşmacı dostlarınızdan biri ve bir insan olarak sizi anlatacak.
• 3. konuşmacı işyerinizden ya da mesleğinizden.
• 4. konuşmacı da hizmet verdiğiniz toplumsal bir kurumdan.
- Tüm bu konuşmacıların sizinle ve yaşamınızla ilgili neler söylemelerini istersiniz?
- Sizi, nasıl eş, anne, baba, evlat, akraba, dost, iş arkadaşı, meslektaş, vatandaş olarak yansıtmalarını istersiniz?
- Törene katılanların sizde ne tür bir kişilik görmüş olmalarını, ne tür başarılarınızı ve katkılarınızı hatırlamalarını isterdiniz?

Biliyorum; insanın kendi ölümünü düşünmesi, çok sevimli bir durum değil. Ancak, gerçek sonuçları almak için bazen, çok yoğunlaşmak gerekir. Bahsettiğimiz 2 varsayım da, bireysel vizyonunuzun ortaya çıkmasında size yol gösterecektir. Lütfen; kendiniz için zaman ayırın ve kendi üzerinizde düşününüz. Yanıtlarınız hazır olduğunda yazımın devamını okumaya devam edebilirsiniz.

Peki; bireysel vizyonumuzu nasıl belirleyeceğiz? Bunun için 2 sorunun yanıtını bulmamız gerek. 1. Ben ne olmak istiyorum? 2. Ben Kimim(Neyim)?

• 1.si; “ne için yaşıyorum ?” ya da “yaşamımın anlamı ne?” sorularının özel bir halidir.
• 2.si; ilke ve değerlerimizle ilgilidir. Çünkü ilke ve değerlerimiz kendimizi tanımlamamızda önemli bir araçtır.

1. Ben ne olmak istiyorum? : İnsan sosyal bir varlık olarak, yaşamı boyunca farklı roller oynarlar. Biz de bu roller üzerinde duracağız ve uygulama yapacağız. İlk olarak; bugün(şu an) oynadığınız rolleri düşünmenizi ve yazmanızı istiyorum. Örnek olarak; baba, eş, evlat, dayı, vatandaş gibi. Bütün rollerinizi göz önüne getirin ve hepsini sıralayın. Ardından, ileride, bundan 40 yıl sonra oynayacağınız olası rolleri listeleyin. Hayal gücünüzü sınırlamayın. Tabii ki şuandan gelen rolleriniz de olacak listede ama yenileri de olacak. Belki torununuz olunca dede olacaksınız, çocuğunuz olunca baba vs. 2 ayrı sütunda, 2 ayrı listeyi hazırladıktan sonra, düşünün. “Yaşamınızı hangi rollerle oluşturmak istiyorsunuz? Yaşamınıza yön verecek roller nelerdir?”. Tüm roller içerisinden seçin, önceliklerinizi tekrar listeleyin. Çıkan roller, artık sizin, yaşamınıza yön veren roller olacaktır.

2. Ben Kimim(Neyim)? : Yanıt; değerlerimizde saklıdır. Değerlerimizi tanımlamakla hem kim olduğumuzu, yani öz benliğimizi tanımlamış olacağız, hem de gelecekte ulaşmayı düşlediğimiz noktalara nasıl, yani hangi yolları izleyerek ulaşabileceğimizi belirlemiş olacağız. “Değer, algıladığımız varlıklara atfettiğimiz önemdir.” Değerlerimizi, kendi subjektif (Soyut) duyularımıza göre ölçeriz. Çünkü değerler, varlıkların gerçekte ne olduğundan çok, bizim onu algılayış biçimimiz ve ona atfettiğimiz öneme göre anlam kazanır. Örnek verelim: Dürüstlük, iyi niyet, sağlık, para, mutluluk, vatan, millet, özveri, sadakat.. Düşünün ve kendi değerlerinizi sıralayın. Listeyi geniş tutun, kendinizi sınırlamayın. Az yada çok sizin için önemli tüm değerleri listeye ekleyin. Taa, ki “Evet, yaşamım, bunlar üzerine kurulu, bunlar dışındaki hiçbir şey benim için bir anlam ifade etmiyor!” diyene dek… Şimdi soracağım soruya yanıt verin. “Ortaçağda zalim bir kralın elindesiniz… Size diyor ki “Eğer X değerinden vazgeçmezsen seni öldürürüm!” Bu arada başınız bir giyotinin içinde, kurtuluş ümidiniz yok ve yaşamınız vereceğiniz cevaba bağlı… Bu manzarayı yaşayın, hissedin ve kendinize karşı dürüst olun: Gerçekten hangi değerleriniz uğrunda ölüme gidersiniz?” İşte; bizi tanımlayan ve bize yön gösterecek olan değerler, uğruna öleceğimiz ve önem sıralamasında en üstte yer alan değerlerimizdir. Listenizde kalan değerlerinize bakın ve şunu düşünün. “Şu an yaşamınıza yön veren değerler bunlar mı?”. Yanıtınız evetse; çalışmamız amacına ulaşmış demektir.

Ne olmak istediğimizi, yaşamımızın anlamını bulduk. Kim yada ne olduğumuzu da tanımladık. Yaşamımıza yön veren rolleri ve değerleri sıraladık. Artık; bireysel vizyonumuzu oluşturabiliriz. Sizlerden beklediğim, sadece 1 cümle. Ama öyle bir cümle ki, tüm soruların yanıtlarının içerisinde yer aldığı bir cümle. Sizi anlatan, size rehberlik eden bir cümle. Bu cümle ki; yarın yaşamın güçlükleri ile karşılaştığınızda açıp bakabileceğiniz, size güç veren, nerede olduğunuzu ve nereye gideceğinizi gösteren bir pusula niteliğinde olmalı.

Hadi bakalım : “ Ben, ………………………………………………………………………”

28 Nisan 2008 Pazartesi

2 MART 2008




2 Mart 2008 Pazar. Oğlum ve ben, arkadaşım Metin’in evine gidiyoruz. Beşiktaş ile Galatasaray’ın lig maçı var, hem izlemeye hem de sohbet etmeye. Yolda giderken oğlumun bir hayali olduğunu ve bunu ilk kez benimle paylaştığını öğrendim. Bu hayalini, hayal olarak değil ama istek yada arzu olarak annesiyle de paylaşmıştır önceden belki. Ancak, ilk kez bana bir hayalinin olduğunu söylemiş ve benimle paylaşmıştı oğlum. Şaşırdım önce, sonra dinlemeye devam ettim. Üstelik aramızda kalmasını da istiyordu. Bir sırrımız olacaktı. Kendimi çok önemsedim bir an. Mutlu oldum tabii..

Hayaline gelince…
“Çok güzel, geniş, içinde yüzme havuzu olan, bahçeli bir evimizin olması” diye tanımlamıştı hayalini. Hatta buna ulaşmak için ortalama bir plan bile hazırlamıştı. Önce ben bir gerçek bir iş bulup para kazanmaya başlayacaktım, kazanabildiğim kadar. Annesi zaten çalışıyor ve para kazanıyordu. Onun ve benim kazancımdan harcamalarımızı ayırıp, kalan paradan biriktirerek, birkaç yıl içerisinde böyle bir ev alabileceğimizi düşünüyordu. Ben son derece dikkatli, oğlumun hayalini yok etmemeye özen göstererek, bu sürenin biraz daha uzayabileceğini ama sabırlı olursak başarabileceğimizi söyledim. Olsun dedi, olsun da geç olsun ama olsun. Ben de inşallah dedim ve sonra düşünmeye başladım.

Hani eğitimci olarak yada psikolojik danışman olarak, davranışların altında yatan düşünceleri sorgulamak, nedenlerini irdelemek ana vazifemiz ya. Düşündüm ben de. Neden böyle bir hayali olduğunu. 10 yaşında bir çocuk olarak, çok daha farklı ve hatta ulaşılamaz, ütopik hayaller kurabilecekken, neden bu kadar gerçekçi ve somut, maddiyata dönük bir hayal yaratmıştı?

Ve birkaç yanıt buldum kendimce. Bunlardan ilki, oğlumun yetiştiği sosyal çevrede, arkadaşları arasında, çok sayıda zengin, güzel evleri olan çocuklar vardı. Bazen onların doğum günlerine katıldığında evlerinin hatta odalarının ne kadar güzel olduğunu, akşam geldiğinde annesine ve bana anlatırdı. İleride bize ait böyle bir evin olmasını dilerdik arkasından. Yaşadığımız evin durumu da göz önüne alındığında, üzülerek de olsa, bu duygu ve düşünceleri kabul etmemek imkansızdı.

Bulduğum bir başka yanıt ise, az önceki ilk durumu önemsemediğini düşünsek bile, var olan kendi odası ile ilgili düşünceleri ve beklentileriydi. Küçük ve sıkışık bir odada, kendine ait, hayal dünyasına ait bir odaya sahip olmaması, üzüyordu onu. Öyleydi gerçekten de. Bir çocuk odası, oğlumun odası, daha güzel ve ona layık olmalıydı. Ama değildi.

Bir diğer yanıt; annesiyle benim aramdaki diyaloglarda, annesinin var olan ve kiracı olarak yaşadığımız evimizle ilgili, belki de haklı olarak sitem ettiği ve hatta onu kızdıran durumlarda saklı. Yaşam düşüncemize göre uygun olmayan ancak bir türlü değiştiremediğimiz bir evde yaşıyor olmak hepimizi olumsuz etkilemekte ve mutsuz etmekteydi. Bunu değiştirmek için baba olarak benim de bir şey yapmadığım düşüncesi, annesini üzmek ve sinirlendirmekle birlikte hepimizin kafasında yer edinmişti bir kere.

Hangi yanıt, hangi neden olursa olsun, oğlumun hayalinin ya da hayallerinin bu kadar gerçek bir boyutta sıkışıp kalması benim için fevkalade hüzün verici. Bir baba olarak ilk görevim, havuzlu bir eve sahip olmak değil belki ama ailemle ilgili yaşam standardını oluştururken, özellikle oğlumun hayal gücüne zarar vermemek, onun olabildiğince özgür düşünen, yaratıcı, özgüven sahibi bir birey olmasını sağlamaktı. Yaşamla mücadele ederken karşılaştığımız zorluklar karşısında galip gelerek, oğluma, Utku’ma iyi bir gelecek hazırlayabilme gayreti içerisindeyken, o da normalden hızlı olgunlaştığı görmek hem sevindirici hem de üzüntü vericiydi. Hele işimin ve mesleğimin, çocukların ve gençlerin, geleceğe sağlıklı ve mutlu ulaşmaları için rehberlik yapmak olduğunu düşünecek olursanız, özellikle kendi oğlum için biraz daha özen göstermem gerektiğini gösteriyordu bana.

Hani ne derler bilirsiniz!.. “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.”. Böyle olmaması ve oğlumun bu hayaline ve daha sonra oluşturacağı hayallerine ulaşması için daha çok çalışmalıyım. Maç ne mi oldu? İnanın hatırlamıyorum. Çünkü ben kendi mücadeleme odaklanmıştım ve maçın bitmesine çok zaman vardı.